İnsana dair bildiğim her şey şartlara göre değişkenlik gösteriyor. Bu gerçekle yaşamaya bir türlü alışamadım. Belki de alışmak istemedim.

Bir kere, insan, öyle duruşu olan, dik duran bir varlık falan değil; iki ayağı üstüne dikilmenin dışında… Hele hele, iki lafın arasında, duruş sahibi olmaktan, dik durmaktan bahseden insanlar hepten sürüngendir. Bilin ki, ilkesizlik, eyyamcılık böyle insanların iliklerine işlemiştir. Örneğin, siyasetçiler…

Şimdi bu da nereden çıktı, değil mi?

Nihayetinde, ben de insanlar aleminde yaşıyorum ve bu alemde üstüne üstlük bir de sosyalleşmişim. Durum böyle iken, insanın ikiyüzlü halleriyle hemhal yaşamak ve kafam hiç basmadığı halde olan bitene kamusal yaşam adına katlanmak, zaman zaman hepten çekilmez yapıyor hayatı.

İşte yine tahammülün dibe vurduğu zamanlardayım; ikiyüzlü insan halleriyle, kendimizi inandırdığımız yalanlarla hesaplaşmak belli ki iyi gelecek…

Düğme ilikleyenler hiyerarşisi, yöneten sınıftan, sivil ve askeri bürokrasiden başlayan ve sokaktaki sade yurttaşa kadar uzanan itaat zincirini ifade eder. Bir yerlerde yazmıyor, kendimce tanımladım.

Birbirinin önünde düğme ilikleyen insanlarız. Bunun adını saygı koymuşuz. Saygı, itaatin öbür adı...

Ast üst ilişkisinde saygının gereği gibi kabul görse de, düğme iliklemek tam olarak itaatin gereğidir. Sistemin hiyerarşik yapısında kimlerin kimler huzurunda düğme ilikleyeceği bellidir.

Kendisinden yukarda durduğunu bildiği için o kişinin önünde düğme ilikleyen insanın ruh hali nasıldır? Bunu ne zaman düşünsem ter basıyor. Kim bilir kimlerin önünde bilerek veya bilmeyerek ceketimin düğmesini ilikledim… Saygıdan değil, önünde eğildiğimi göstermezsem başıma gelebileceklerden çekindiğim için düğme iliklediğimi iyi hatırlıyorum. Sistem, muktedirler önünde eğilmeyi öğretiyor. İtaat eğitimi okullarda başlıyor, ölünceye kadar sürüyor.

Baş eğmek, insanlığın olağanlaşmış halidir. Uygarlığın ve toplumsallaşmanın getirdiklerindendir. Modernist gündelik hayat, munis, itaatkar insanı gerektirir. Bilinebilirlik ve kesinlikler sistemin bekası için elzemdir. Asayiş ve düzenin sürdürülebilir olması için böyle bir zaruret vardır. Başkaldırı, olağan dışı durumlarda ortaya çıkar ve bastırılmayan isyan yok gibidir.

Hal böyle iken, gündelik yaşamda tanık olduğumuz o mahalleli diklenmelerini, hele hele siyasetçilerin o babalanmalarını hiç anlamıyorum. Dik duruyoruz… Eğilmiyoruz… Omurgalı duruş falan…

Ne dik durması birader, sistemin efendilerinin önünde esas duruşta bekliyorsun! Senin 'dik durmak' dediğin o duruştur.

İnsan, ikiyüzlü ahlakı benimsedi. Fakat bu gerçeği kendisinden bile saklıyor. Hal böyle olunca, gerçeğin acı bilgisinden kaçan insan, ahlakın bu ikiyüzlü halini olağanlaştırma yoluna gitti. Ve bu olağanlaşmanın getirdikleri, ahlak normu olarak toplumsal yaşamda kabul görüyor.

İnsan aslında pek matah bir varlık değil. Ama matah bir şey olduğuna inanıyor. Sorun da burada. Bu kadar kusurlu bir yaratığın kendini mükemmel sayması, yanlış yerden başlamasına yol açtı. Öyle ki, insan sanat yapmaya muktedir iken, silah yapıp birbirini öldürüyor. Yaşamı değil ölümü referans alıyor. Bu yüzden, 'barış' diyor, öldürüyor; 'savaş' diyor, öldürüyor. Mutlaka öldürüyor. Ve bu öldürme arzusu, toplumsal yaşamın eril özelliğinden kaynaklanıyor.

İnsan bir meçhul olduğundan değil, karakterindeki değişkenliğin yol açtığı muğlaklık onu yönetilebilir kılıyor. Yönetilen insan, yarım insandır. Ergin değildir.

Kişiliğine işleyen muğlaklık insanın değerini aşındırıyor. Bu yüzden, yüzyılda bir, insanın değer diye kuşandığı ne varsa üstünden dökülüyor.

Yine böyle zamanlardayız. Bütün değerleri, bütün ahlak normları çökmeye başlayan insanlık alemi büyük bir çöküşün eşiğine geldi.

Dönüşü olmayan bir çöküşün, tükenişin, çürümenin orta yerindeyiz ve insana dair bildiğim her şey muğlak…