1950'den sonra Batı dünyasında çok az iyi roman yazıldı. 1982'de ölen Georges Perec, belki de o bildiğimiz Batı romanının son güçlü yazarıydı.
Türkiye'de ise salt teknik olarak iyi yazan romancılar yetişti; yaşanmışlıkları itibarıyla hayata o kadar da dokunamayan hikayeler anlattılar, anlatıyorlar…
Kafka'nın, Dostoyevski'nin veya Victor Hugo'nun anlattığı hayatlar, insana geçen sahicilik duygusu, geçen binyılda kaldı. Gogol'un Palto'sunu yazacak bir yazar ve yazdıracak bir dünya artık yok.
Bastırılan, yoksunlaşan, sığlaşan hayatlarımızdan önce roman çıktı gitti, şimdi de hikayelerimiz bitiyor. Ben buna 'yaşanmışlığın yoksunlaşması' diyorum…
Tükenmişliğin ve yoksunluğun hayatlarımızı çoraklaştırdığını ve bu yüzden satıhlaşan hayatlarımızın değersizliğini birileri yüzümüze söylemedikçe anlamayacağız; Belki de o romanı birileri yazıyordur… Lakin gerçek yürüyor, hayatlarımızın derinlikleri yok oldukça edebiyatla, sanatla anlatacaklarımız da satıhlaşıyor. Öyle bir tükeniş ki sanat niyetine enstalasyon, performans gibi gösteriler türettik. Dolandığımız satıhlarda eğleşmek için sanat yapıyoruz. Anlatacak hikayelerimizin yerini gösteri aldı.
Gezi eylemleri yeni bir soluk olabilir mi?
'İktidarıyla, muhalefetiyle hepsinden kurtulmak gerekir,' diyen yeni kuşakların özgürlük ve eşitlik başkaldırısı dalga dalga yayılıyor. Bu güzel bir şey. Ama yeni dünya düzeninin metalik kültürü ve başkaldırı, satıhlaşan hayatlarımıza yeni derinlikler getirir mi, o insan kokulu hikayelerimizi geri getirir mi, orası meçhul. Bu daha ziyade zamanın ruhuyla ilgili bir mesele…
Hikayelerimizin tükenişi tesadüfen olmadı; Yaşanmışlıkların nitel olarak satıhlaşmasına bağlı bir tükeniş olduğunu düşünüyorum. Yani hayatla doğrudan bağlarımızın yerini alan dolaylanmış ilişkilerden güçlü yaşanmışlıklar çıkmıyor, hele trajedi hiç çıkmıyor. Gözü ekranda yaşayan insanların nasıl bir hikayesi olabilir ki oradan roman çıksın!
Hikayelerimiz tükenince ne oldu?
Önce kahramanlarımız yok oldu ve duygularımız derinliklerini kaybetti. Şu hale bakın, toplumun bu yüzyıldaki kahramanı, ola ola R. T. Erdoğan oldu. Sahicilikten yoksun, insan sevgisinden yoksun, mizah duygusundan yoksun, gülmekten korkan asık suratlı bir adem…
Dönüp sola baktığınızda, karşılaştığınız manzara daha iyi değil. Orada da tükenmişlik sendromu var. Altmışların, yetmişlerin üstüne yatmış sözüm ona devrimciler… Hayata kattıkları hiçbir değer yok; Ahlaki çöküşün çok derin olduğunu kabul etmek gerekir.
Sağ cenahta olağan karşıladığımız bu değer yitimi, sol cenahta da olağanlaştı. Mesela, dillerinden düşürmedikleri o ayakkabı kutuları, malum solcuların eline bir geçse, çok daha fazla parayı o kutulara sığdıracaklar…
Yaşanmışlıklar ve öyküleri artık satıh hayatlarla mütecanistir; romanın ve öykülerin kendini var ettiği derinlikler yok oldu.
Dolaylanmış ve satıhlaşmış hayatlardan yeni hikayeler çıkmıyor. Çoraklaşmış toplumlarda sosyal mücadeleler çok zayıf oluyor, sanal hayatlarda güçlü hayat belirtileri yok.
Bütün parametreleri para politikalarıyla oluşan sosyal hayatın değeri de para kadar oluyor; yani değersiz… Bu yüzden 'beş para etmez' hayatlar yaşıyoruz… 'Beş para edince' de başımız göğe eriyor…
Sonuç itibarıyla, sağcısıyla solcusuyla, dindarıyla, liberaliyle, demokratıyla, karşıymış gibi duran ama her şeye razı insanların dünyasında, muktedirlerin önünde iki büklüm olmuş insanlığın kredi kartlarının limiti kadar özgür yaşamından ne roman çıkıyor ne romancı…
Belki güzel belgeselleri olur…