Müzik Önerisi: Üç Beş Günlük Ömür –Salih Dinçel

İlkokul son sınıfta Anadolu Lisesi / kolej sınavlarına hazırlık sırasında bize ezberletilen 2 kitap vardı.

Biri Deyimler Sözlüğü diğeri ise Atasözleri ve Deyişler Sözlüğü…

Bayılırdım bu kitapları hatmetmeye.

Anladığım sözcüklerin cümle için de kullanılarak anlamlandıramadığım evrimini ve şiirselliğini çok severdim.

Yerli yersiz de kullanırdım. Yetişkinlerin arasında kendimi kabul ettirebilmem için bu kalıpları kullanmam gerekiyordu diye düşünüyordum, kendimi olduğumdan büyük göstermek deyimlerle atasözleriyle çok kolaydı sanki.

10 yaşımdaki aklımla küçük lokma yutup, büyük laf etmeyi seviyordum küçücük ağzımla…

'Benim o taraklarda bezim yok', 'Az veren candan çok veren maldan'

'Lafla peynir gemisi yürümez' 'Boğaz dokuz boğum'

'Ak koyun kara koyun' 'Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı'

Hepsi birbirinden manidar, tek tek kelime anlamlarıyla değerlendirildiğinde anlaşılmayan ancak derin manaları daha da hormonlu hale getiren dişe dokunan yüreği titreten deyişler…

'İnsanlık çiğ süt emmiş'

Beni en çok şaşırtanlardan biriydi.

Çiğ süt emmiş ne demek? Küçücük bebekler, enikler, dünyanın en günahsız en minik en masum yaratıklarının tamamı çiğ süt emmiyor muydu?

Süt yavruların beslenmesi için besin değeri en yüksek beyaz mucize sıvı değil miydi?

Masumiyetin rengi beyaz bu besinden gelmiyor muydu?

Bu kadar masum bir içecekten nasıl maraz doğabilirdi ki?

İşin özünü atlamıştım o zaman. Aslında süt değildi konu. ÇİĞ olmasıydı. Anne sütü dışında hiçbir süt kaynatılmadan pişirilmeden tüketilmiyordu. İşin doğası buydu. Sütün içerisinde var olan bakteriler ve mikroplardan veya masumiyeti bozacak zararlı maddelerden kurtulmak için kaynatılması gerekiyordu. Çiğ olarak tüketildiğinde insanın kimyasını bozuyor ve rahatsızlık veriyordu.

İnsan kimyası bozulmaya çok meyilli. İşte tam da bu yüzden kullanılıyordu çiğ süt emmiş ibaresi.

Süt masumiyeti temsil edebiliyorken insan kimyası ile birleşince insanı yoldan çıkarabiliyordu.

İnsanlık güçten, iktidardan, paradan, maldan, mülkten, hırstan, kişisel çıkarlarından kimyasını çoktan dejenere etmiş durumda. İyilikten maraz doğabiliyor, bugün öz değerlerim diye övünen ve sonuna kadar inanan şahsiyetler yarın çıkarları doğrultusunda başka bir düşünceyi savunabiliyor.

Omurganın sürüngenleştirdiği, sütün çiğleştirdiği evrenin yörüngeden çıktığı pusulanın kuzeyden vazgeçtiği bir Dünyada var olmaya çalışmak ne zormuş meğer…

Dünya malına tamah edenler…

İyilikten çıkar bekleyenler…

Kendi kanından olanı kazıklayanlar…

Eşini dostunu aldatanlar…

Sahtekarlıktan, yalandan dolandan beslenenler.

Yüzüne baka baka utanmadan sıkılmadan sözünden dönenler.

DÜNYA insan olmayan insanla dolu!

Hepsi ile aynı anda yaşamak zorundayız. İşin kötüsü azınlık değil artık bu arketip. Türleri son bulmuyor aksine evrimleşerek daha da üstün daha da kötü oldular. Kötülüklerini öngöremediğimiz için, bu kadar kötü olmayı asla öğrenemeyeceğimiz için, kafa yapılarındaki karanlık dehlizleri bilemeyeceğimiz için asla eşit şartlarda mücadele edemeyeceğiz. Şaşırıp duracağız gözlerimizi aça çenemiz düşe düşe hayretler içerisinde bu nasıl oldu, bunu nasıl söyledi, bunu nasıl yaptı, canına nasıl kıydı, bugünlere nasıl geldik, insanlığa ne oldu?

Tek çıkış noktamız iyilerin iyiliklerde iyilerle buluşmaya devam etmesi.

İyilerin yolunda ısrar etmesi.

İyilerin mükafat beklemeden, bir ayağı çamurda bir ayağı batakta mücadeleye devam etmesi.

İyilerin iyiden şaşmaması…

'Dünya! Yıldırmazsın beni ne yapsan;

Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.

Ölmemek elimizde değil ki bizim…

İyi yaşayamamak beni tek korkutan' Ömer Hayyam