Allah, Demirel'in de taksiratını affetsin… Ben onu ilk kez İzmir'in unutulmaz belediye başkanı Osman Kibar'ın cenaze törenine katıldığı 4 Mart 1985 tarihinde yakından görmüş ve izleme fırsatı bulmuştum. 'Yasaklı olmasına, siyasi bir ikbali olacağı umulmamasına' rağmen gördüğü ilgi, saygı, sevgi müthişti ve gerçekten etkileyiciydi.

Öğrencilikle gazeteciliği beraber götürmeye çalıştığım o yıllarda, onun tam karşı cenahında duran gazeteleri, yazarları okurdum. İyi hatırlıyorum, 'Acaba Demirel bana dava açar mı, beni içeri attırır mı?' korkusu yoktu ortalıklarda… Bam teline basanları bile gezilerine davet etmekten vazgeçmezdi. Onu yerden yere vuran karikatüristlerin sergilerine giderdi hatta... Mizahı severdi, en sert eleştirilerinde bile ince bir hümor vardı. 'Mizah bir yumruktur, ne zaman kime vuracağı belli olmaz.' derdi.

Ancak bütün bunlar yine de bazı şeyleri görmezden gelmemizi sağlayamıyor. Nur içinde yatsın, gidenin arkasından konuşulmaz bizde; ama bazı şeyler asla unutulmuyor. Her şey geçici; güç, koltuk, iktidar… Geride bir hoş seda bırakmak lazım; iyi anılmak, güzel yad edilmek önemli olan… Şimdi nasıl unuturuz Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamları oylanırken iki elini birden havaya kaldırmasını… Kahramanmaraş'ta alevi yurttaşlarımız yobazlar ve faşistler tarafından katledilmişken, 'Bana sağcılar, ülkücüler adam öldürüyor dedirtemezsiniz.' sözlerini… Yargılanıp mahkûm edilen (aslında bu bile nimetmiş yahu…) Yahyaları, Muratları… Zorumuza giden bazı aile(!) fotoğraflarını... Şimdi hemen aklıma gelivermeyen daha nice usulsüzlükleri…

Dün sabah vefat ettiğini öğrendiğimde, 12 Eylül'ü takip eden günler de geldi aklıma… Siyasi yasaklı olarak gönderildiği Gelibolu-Hamzakoy'daki zorunlu ikametinin ikinci gününde, çalıştığım küçük gazetenin Genel Yayın Müdürü İlhan Esen'in onunla ve Bülent Ecevit'le yaptığı konuşmaları; sonrasında da bize yaptığı yorumları hatırladım. Demirel'in siyasi hayatını 12 Eylül'den önce ve sonra olarak ikiye ayırmak gerektiğini düşündüm.

Tam bu noktada 1972 yılının Nisan-Mayıs aylarına dönmemiz gerekir. Demirel, 1971 yılının 12 Mart günü şapkasını alıp gitmişti malumunuz. Bugünün de en saygın gazetecilerinden biri olan Altan Öymen, idamların oylandığı günkü meclisi şöyle aktarmıştı okurlarına:

'Süleyman Demirel, 'Mobilya Yolsuzluğu'ndan yargılanan yeğeni Yahya Demirel ile ilgili olarak, '25 yaşında çocukla uğraşıyorlar.' diyor. 6 Mayıs 1972 tarihinde ise idam edilen Deniz, Yusuf, Hüseyin'in idam kararları oylanıyordu. Süleyman Bey ise AP Grubu'nun en önünde oturuyordu. Elini 'idama evet' için kaldırdığında, arkasına dönüp baktı; herkesin kaldırıp kaldırmadığını kontrol ediyordu. Sonra vakur bir ifadeyle önüne döndü. İdamlar kabul edilmişti. Deniz ve Yusuf da 25 yaşındaydı. Süleyman Bey onlar için hiç '25 yaşında çocuklar' falan demedi. İdam edilmelerini istedi. İsteğine ulaştı da... O gün mecliste bulunanların anlatımlarına göre, Adalet Partisi sıralarından 'üçte üç' tezahüratları yükseliyordu. Kastedilen; Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu'nun idamlarının rövanşı olarak Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in canlarının alınmasıydı.'

Sabahtan beri medyada onun unutulmaz sözleri yayımlanıyor. Son dönemde en tatsız sınavı da, galiba, 'İlksan' skandalındaki usulsüzlüğe konu olan para için olmuştu: ' Verdimse ben verdim.'

Başka bir Demirel
12 Eylül'de darbeyle devrilen Demirel, artık başka bir Demirel olacaktır… Hakkını teslim edelim, son yıllara bakıldığında gerçekten de 'hoşgörü' sözcüğü ile yan yana anılabilecek nadir insanlardan biriydi Demirel. Kimselere 'gaptırmadığı' şapkasını demokrasinin simgelerinden biri haline getirmişti: 'Bu fötr şapkayla 6 defa gittim, 7 kere geldim.' diyordu. Gerçekten dile kolay… 'Şapka benim değil milletin şimdi', 'Benim şapkam tatilde de çalışır', 'Bu şapkayı millet yarattı gardeşim!' de unutulmaz sözleri arasındadır.

Toplumsal eylemlere karşı gösterdiği tavır, özellikle 'Gezi Direnişi' sırasında iktidara örnek olarak gösterilmişti: 'Birtakım yürüyüşler oluyor diye asabınız bozulmasın. Yürümekle sokaklar eskimez.' Daha sonra 'Yollar yürümekle aşınmaz.' diye bir kez daha karşımıza çıkacaktır bu söz…

Sanki bir yerlerde diyalektiği öğrenmiş gibiydi. Hayatında hiç gitmediği Efes antik kentinde yaşamış olan büyük düşünür Heraklitos gibi konuşurdu bazen de: 'Dün dündür, bugün bugündür.' ya da 'Dünkü güneşle bugünkü çamaşır kurutulmaz.' gibi…
Toplumun entelektüel kesimleriyle yolunun kesişmesine imkan yoktu. Tek derdi bugünü kurtarmak olan, yarını hiç düşünmeyen taşra siyasetçilerinin milyon kez tekrar ettikleri, neredeyse kasabaların girişine yazılacak olan sözü ise onun siyasi yaklaşımını özetliyordu aslında: 'Bize plan değil, pilav lazım.' Cumhurbaşkanı seçildikten sonra İzmir'de yaptığı bir konuşmayı, o sırada yazdığım gazetede yorumlamıştım. Yazımın başlığı 'Dön Baba Dönelim' idi...

Şöyle demişti Demirel: 'Medeniyet, bir taraftan insanlığın tarihî tecrübe ve birikimlerine, diğer taraftan bilimsel, rasyonel bilgiye dayanır. Esas itibariyle medeniyet, insanın insana yaraşır şartlarda yaşayabilmesidir. Özellikle son yıllarda tüm dünyada hızlı bir şehirleşme yaşanmakta, bazı şehirlerin nüfusu aşırı bir şekilde artmaktadır. Dolayısıyla medeniyetin ön şartı olan ilke ihmal edilmekte ve şehirler plansız, programsız bir şekilde büyüyen, bütün sorunların günü birlik şekilde çözümlenmeye çalışıldığı yerler haline gelmektedir. Bu olumsuz gelişme de başta barınma, ulaşım, eğitim ve sağlık olmak üzere, pek çok alanda önemli sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu sorunlar, medeniyetin temel ilkesi ihmal edilmeden, aceleci çözümlerle değil, uzun vadeli planlarla ortadan kaldırılabilir. Bu noktada yerel yönetimlere ve şehir sakinlerine büyük görev düşmektedir. Türkiye 2000'li yıllara hazırlanırken, şehircilik konusunu da hiçbir şekilde ihmal etmemelidir'

Baba dönüyordu anlayacağınız…

Söylediklerinden bazıları var ki, zaman zaman günlük yaşamda şakayla karışık kullanmayanımız yoktur. Örneğin, 'Kendim için bir şey istiyorsam namerdim.', 'Memlekette gaz vardı da, biz mi içtik?', 'Ege bir Yunan gölü değildir, Ege bir Türk gölü de değildir. Binanaleyh Ege bir göl değildir.', 'Elektriğin komünisti olur mu?'

Görev süresinin bitmesine kısa bir süre kala, İzmir'de katıldığı bir toplantıda söylediklerini not etmiştim. O toplantıdan çıkarken de, İzmirli tanınmış bir siyasetçiye, 'Demirel biraz daha yaşlanırsa komünist olacak.' diye şaka yapmıştım. Böyle düşünmemin nedeni ise şu sözleriydi: 'Kaynaklar ve üretim arasındaki dengenin bozulması ve refahın eşit olarak paylaşılamaması; açlık ve yetersiz beslenmenin olduğu kadar, dünya üzerindeki diğer temel sorunların da ana kaynağıdır. Temel insan haklarından biri olan sağlıklı beslenme imkanının insanlar için yeterli düzeyde sağlanamaması, sadece bu sorundan etkilenen ülkelerin değil, bütün insanlığın sorunudur ve ortak çabalar gösterilmesini zorunlu kılmaktadır. Biz Türkiye olarak, tüm insanlık için daha güzel bir dünya, daha yaşanabilir bir dünya istiyoruz. Bu yüce hedefe ulaşılabilmesi, küresel düzeyde işbirliğini ve ortak mücadeleyi gerektirmektedir.'
Yazıyı 17 Ağustos depremi sabahında söyledikleriyle bitireyim: 'Binaenaleyh, Türkiye'nin altı çürüktür. Türkiye'nin altı çürüktür diye bırakıp gidecek değiliz, bununla yaşamasını öğreneceğiz.'
Işıklarda yatsın..