'ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.

ona sorarsanız : 'lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.'
bana sorarsanız : 'on senesi ömrümün.'

bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene.

bir haftada yaza yaza tükeniverdi.

ona sorarsanız: 'bütün bir hayat.'

bana sorarsanız : 'adam sen de, bir iki hafta.'

diye başlayıp devamı da su içer gibi okunan, Nazım'ın hayata dair naif şiirlerinden biri düştü aklıma yazıya hangi cümlelerle başlayacağımı düşünedururken.

İçeri düşmenin trafikte bir yerden bire ulaşmaktan bile daha kolay olduğu güzel ülkemde içeri düşmüşlüğüm yok çok şükür de, bir süredir yazmaya ara vermişliğim var. Ve zaman kavramı, ne kadar izafi!

Dünya güneşin etrafında henüz bir tur atamasa da dört kurşun kalemin hayatı kadar bir süredir yoktum altı üstü. Lafı bile edilmez ama işimiz yazmak olunca kimilerinin samimi merakına, kimilerinin de karnından konuşmasına, abuk sabuk yorumlara yol açtığından 'niye yazmadığımı yazma ihtiyacı' hissettim. Nihayetinde yerel bir dünyada, sen/ben/keloğlan arasında dolanıp duruyoruz işte…

Hiç allengirik değil, sebep basit aslında. Annemin rahatsızlığı ve evin tek kız evladı olmam nedeniyle işin başa düşmesi. Her ne kadar 'yeni' Türkiye'ye adım atsak da güzel ülkem çağdaş bir yaşam standardına -ne eskisinde/ne yenisinde- henüz kavuşamadığı için, yaşlı ve yatalak bir hastanın bakımı, sadece ve sadece yakınlarının vicdanına/parasına/zamanına kalıyor haliyle. Sosyal devleti ara ki bulasın! Bulduğun, 'kendi evin, anne-babanın evi ve hastane' arasında yoran/üzen/çaresizlik hissiyle bunaltan bir yaşam üçgeni oluyor. Ve ben bir süredir bu yaşam üçgeninin içindeyim. Hepsi bu.

Yazmaya ara verdiğinizde aslında şu oluyor: Eliniz bilgisayar tuşlarıyla buluşamasa da bir meslek hastalığı belki de, kafanızın içinde sürekli yazı yazma hali devam ediyor. Ve elbette hayat hızla akmaya devam ederken, 'e ama hastam var bana ne' demeyip göz ucuyla da olsan o yanınızdan akan suya/içindeki çere çöpe ve de geride bıraktığı kuma/çamura bakmayı sürdürüyorsun. Diline dolanmış iki dizelik Can Yücel şiirini (Bila-Zaman) 'Dönülmez Faşizmin ufkundayız/Vakit çok geç'i , bazen de 'Sen Sağ Ben Selamet'i 'Kurtarıcılar kurtara kurtara/Kurtardılar Memleketi memleket olmaktan'ı mırıldanarak… 'Detaylarını izlemeye ne zamanın ne de mecalin olmasa da kurulan 'eskinin yenisi kabineyi', duygu ve düşüncelerini faş edişlerini izliyorsun mesela.

Seçimle geldiğinin altını çize çize baş koltuğa oturmuş zatın çizdiği yolun –beraber yürüdükleri de dahil- ne denli dikenli olduğunu… Atanan başbakanın zerre umut vermeyen cümlelerini… Sevgili Yılmaz Özdil'in yazamayışının sebeplerini… Medyanın dibe vurmuş halini çok daha iyi gözlüyor ve üzülüyorsun, sayıları giderek azalan hakkaniyetli insanların yazılarını okumaya 'Allah ayırmasın' dualarıyla ara vermiyorsun ama… Hayat tam da annenin, sıkça tekrar ettiği söz gibi: 'Acın nerendeyse, canın oradadır' dediği gibi. Ve benim canımın önceliği, haliyle annemde yanıyor. Yatağa bağlı kalmış, zaman ve yer kavramını yitirmeye başlamış, beyne giden damarı kuruduğu için yavaş yavaş kuruyan ama hala senin için üzülmeyi… Seni, hayattaki oğlunu, toprağa verdiğini ve 65 yıllık hayat arkadaşını düşünmeyi sürdüren annende… Dil 'iki rahmetten biri'ni dilese de. Ah o gönül, o kalp! Son'u kabul etmiyor/edemiyor işte…

Neyse. Yine de güzel, içimi serinleten zamanlar da olmuyor değil; bakmayın öyle efkarlı yazdığıma. Mesela mevsimlerden en sevdiğim sonbahara giriliyor. Havada güz kokusu, seni her mevsimden daha çok etkiliyor, an geliyor ve diplerden ta yukarılara yükseltiyor ki, bir yanım bahar bahçe, bir yanım yaprak döküyor… İçim ağlasa da yüzüm, 'Hatırım sordular karşı masadan/Yuvarlanıp gidiyoruz dedi cesedim' diyen Can Yücel'e, morg masasında yuvarlanıp gitmeye gülüyor…

Açılışı 'ben içeri düştüğümden beri' şiirinin dizeleriyle yaptık madem, arkasını getirerek sonlandıralım bugünkü güzergahı da. Ki, hem şair'in umudu, hem de 'bu evrende hiç birimiz tek başına bi halt değiliz' gerçekliği bulaşsın içimize/kalemimize…

'katillikten yatan osman,

ben içeri düştüğümden beri,

yedi buçuğu doldurup çıktı,

dolaştı dışarlarda bir vakit,

sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,

altı ayı doldurup çıktı tekrar,

dün mektup geldi, evlenmiş,

bir çocuğu doğacakmış baharda.

şimdi on yaşına bastı,

ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.

ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,

rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.
yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri.

ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor.
pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek

ben içeri düştüğüm sene.

sonra vesikaya bindi,

bizim burada ,içerde, birbirini vurdu millet

yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.

şimdi serbestledi yine,

fakat esmer ve tatsız.
ben içeri düştüğüm sene ikincisi başlamamıştı henüz.

daşav kampında fırınlar yakılmamış,

atom bombası atılmamıştı hiroşima'ya.

boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman.

sonra kapandı resmen o fasıl,

şimdi üçüncüden bahsediyor amerikan doları.

fakat gün ışıdı her şeye rağmen ben içeri düştüğümden beri.

ve 'karanlığın kenarından onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular' yarı
yarıya...

ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.

ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine,

ben içeri düştüğüm sene onlar için yazdığımı:


'onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar,

korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar,

ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların maceraları vardır.'

ve gayrısı, mesela benim on sene yatmam, lafü güzaf.