Yazarımız Gönül Soyoğul, İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel’le konuştu. Dünyanın gözündeki mesleki karnemizden başlayıp Silivri’ye uzanan, İzmir’deki gazeteciliğe dokunup Sertel’in siyasi hedeflerine uzanan bir söyleşi çıktı ortaya…

Gazetecilikte muhteşem bir tarihimiz olmasa da 2005'teki 98. sıradan 154. sıralara akmışken,
Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün yayınladığı 2013 Dünya Basın Özgürlüğü Sınırlaması'ndaki yerimiz 179 ülke arasından bir önceki yıla göre 6 basamak gerileyip 154. sıraya inmişken…
Örgüt, halimizi 'Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi' cümlesiyle özetlerken…
Gazeteciliği hakkıyla yapmanın neredeyse imkansız olduğu bir dönemden geçilirken, sansür/baskı/ işten atılmalar/ cezaevleri mesleki sorunların en tepesine yerleşmişken… Böyle bir dönemde hem İzmir Gazeteciler Cemiyet'nin, hem de Türkiye Gazeteciler Federasyonu'nun Başkanı olmak nasıldır acaba deyip mikrofonu sevgili Atilla Sertel'e tuttum.
Gazetecilerin binlerce sorunu arasından, söyleşiye elbette kanayan yarayla başladım.

GÖNÜL SOYOÐUL: Şu an cezaevlerinde tutuklu bulunan gazeteci sayısında son durum nedir?
ATİLLA SERTEL: Soruna cevap vermeden önce şunu söylemek isterim. Ben Gönül Soyoğul ile çok uzun yıllardır bu meslekte olmaktan ötürü büyük bir kıvanç duyduğumu belirtmek istiyorum. Çünkü hem yazılı hem görsel medyada başarıyla işini yapan ve düzgün yapan gazetecilerden biridir. Hem karakter açısından hem yazı dünyasından hem görsel dünyada çok başarılı olduğunu ifade etmek istiyorum.
SOYOÐUL: Çok teşekkür ederim. Bu övgüleri hak ettiysem ne mutlu bana.
SERTEL: Soruna gelirsek… Türkiye'de şu anda bazı verilere göre 49 gazeteci, bazı verilere göre de 70 gazeteci var. Bunların içerisinde Kürt kökenli gazeteciler de var, Silivri'de yatanlar da var. Türkiye'nin en genç tutuklu gazetecisi de bir başka cezaevinde yatıyor, Dev-Sol davasıyla ilişkilendirilerek… Şu anda 70 gazeteci var ama son 4 yıl içerisinde Türkiye'de 200 gazeteci cezaevine girdi ve çıktı. Türkiye'de görünmeyen tablonun diğer kısmında Türkiye'de 10 bin basın davası sürüyor. Öyle ki Anadolu'da yargılanmayan ve yargının huzuruna çıkmaya gazeteci kalmadı. Söz söylediğiniz zaman bunu suç kabul ediyorlar ve sizi hemen yaftalayarak hakkınızda bir dava açıyorlar ki siz daha sonra söyleyeceğiniz her söze dikkat etmek zorundasınız! Yazdığınız her yazıya dikkat etmek zorundasınız. Yazdığınız her habere dikkat etmek zorundasınız. Açtığınız her başlığa dikkat etmek zorundasınız. Neden böyle? Çünkü sizin üstünüzde Demokles'in kılıcı gibi bir önceki dava sallanıyor. Böyle olunca Türkiye'de gerçek gazetecilerin özgürlüklerinden söz etmek hiç mümkün değil. Çünkü insanlar kendilerini güvencede hissetmiyorlar. Hem yasalar açısından hem de… Sen de iyi biliyorsun ki bizim ilk mesleğe başladığımız yıllarda gazeteler gazeteci patronların elindeydi. Yani gazeteleri gazeteciler çıkarıyordu. Gazeteci kökenli patronlar vardı. Örneğin Yeni Asır'da, Sabah'ın ilk yıllarında Dinç Bilgin sadece gazetecilik yapıyordu. Kemal Ilıcak Tercüman ve Bulvar'da yalnızca gazetecilik... Sedat Simavi'nin 'kalemini kır, sakın satma' mottosu sadece gazetecilik… Ercüment Karaca-Abdi İpekçi Milliyet'te sadece gazetecilik yapıyordu. Son Havadis, Ali Osman Bey sadece gazetecilik... ANKA'da Altan Öymen, sadece gazetecilik... Günaydın'da Haldun Simavi, sadece gazetecilik yapan… Bütün kurumları incelediğiniz zaman, gazetecilik dışında bir işle iştigal etmeyen insanların elindeydi basın... Medya olduktan sonra yani ismi de değiştikten sonra, 80 sonrası Türkiye'de 40 tane şirketi olup 41.şirketi medya olan bir yapı oluşmaya ve medya tekelleşmeye başladı. Asıl özgürlüklerin gidişi de öyle! Yani asıl patronaj sistemi değişti. İktidarlara yaranma iktidarlarla birlikte ülkeyi yönetme ya da beğenmediği iktidarı devirmeye yönelik hareket etmek. Böyle bir anlayış... Sen bana elektrik dağıtım ihalesini, petrol ihalesini verirsen ben seni istediğim kadar iktidar yaparım gibi bir medya anlayışıyla birlikte bütün özgürlükler kalktı. Üstüne bir de 90'lı yıllarda sen de çok iyi biliyorsun sendika da kalkınca, gazeteciler iş güvencesinden yoksun kaldı. O noktadan bugüne gelindiğinde bütün medya tekelleşti. Rahmetli Özal'ın bir öngörü mü yoksa yaptırım mı olarak koyduğu '2 buçuk parti 2 buçuk medya' düzenine oturdu. Ama buna rağmen yine gazeteciler belli bir kısım gazeteciler mücadele ediyor. Ama büyük bölümü işsizlikle karşı karşıya… İşini düzgün yapan, iktidarın sen yanlış yaptın arkadaş. Burada yanlışsın diyen gazetecilerin patronlar aracılığıyla işlerine son verildi ki en kudretlileri kovuldu ki altta kalanın korkusu büyüsün ve asla ve asla gerçekleri yazamasın. Uzak dursun gerçeklerden diye. Gazetecilik de örselendi. Araştırmacı gazetecilik Türkiye'de artık kalmadı çünkü araştırsan da yazacak medya bulamayacak noktadasın
SOYOÐUL: Yazacak mecrayı bulamayacağı düşüncesiyle de araştırmaya yönelmiyorlar…
SERTEL: Bu mesleki körelmeyi de getiriyor. Eskiden biliyorduk ki o haberse mutlaka değer bulur ve girer. Ama şimdi bir haber yapıyorsun bir kere çalıştığın gazetenin bakışına yakın olacak. İkincisi patrona asla dokunmayacak. Üçüncüsü iktidarı asla eleştirmeyeceksin. Bütün kuralları koyuyor kafasına... Gazeteci kendi kafasına oto-sansürü koymaya başladığı zaman aslında en büyük sıkıntıda orada başlıyor. Türkiye'de bu var.
SOYOÐUL: Türkiye'de bu mesleki körelme yaşanırken, çizdiğin tablonun İzmir yansıması nasıl? İzmir'in payına düşen ne? İzmir gazetecilikte yıllarca öndeydi, öncüydü. Şimdi ne durumda peki sence?Benim görüşüm, pek parlak olmadığı…
SERTEL: Onun nedenlerini sen de iyi biliyorsun ki ilki aslında yerelde bir mücadele sürdürüyor var olmak için. Ve iyi ki, samimiyetle söylüyorum bunu internette bir medya oluştu ve okunma açısından da gücü giderek yükseliyor. Yani özgürlüklerin kaynak noktasında bir dayanma noktası var. Ama şunu görmek gerekiyor ki İzmir geçmişte İstanbul'a gazeteci ve yönetici ihraç eden bir kentti. Neden öyleydi? Çünkü burada daha özgür gazetecilik yapabilmenin kuralları, koşulları vardı ve gerçekten okul gibi bir kurum vardı. Şimdi o okul tatile mi çıktı, yoksa başka bir yerde mi bilmiyorum ama…
SOYOÐUL: Gazeteci yetişmiyor…
SERTEL: Yetişmesi noktasında dediğim nedenlerden dolayı bir durağanlık var. Durağanlığı da aslında sadece iktidarın baskısı olarak algılamayalım lütfen. Genelde bir baskı söz konusu. İş dünyasında var bu… Başbakan baskıladı ya yetmiyor. Başbakan'a yakın ne kadar insan var onlar da baskılıyor! İşte valisi baskılıyor, iş adamı baskılıyor, belediye başkanı baskılıyor yani şimdi siz bir belediye başkanı aleyhinde haber yaptığınız takdirde o da size küsüyor ilan vermiyor ya da seni görmezden geliyor. Bu baskılama İzmir'de var ama şunu bilmeliler ki İzmir'de yaşayanlar buradaki mecra olmazsa onların sesi duyulmaz. Çünkü İstanbul'daki medya sadece ticareti İstanbul'dan, siyaseti de Ankara'dan ibaret gören medyadır. İzmir gibi kentler onlar için felaket haberciliğidir. Ne zaman bir kadın cinayeti olur İstanbul'daki medyada yerini bulur. Kötü bir haberle ancak İstanbul'da yer alabilirsin ama İzmir olarak özellikle o dünya bilmeli ki bu mecranın gelişmesi lazım. İzmir'de çok ağır bir şey oldu. Örneğin Anadolu Ajansı'ndaki hadise... Anadolu Ajansı'na ben saygı duyuyorum, gazeteciliği Türkiye'nin her yerinde yapmış olabilir ama İzmir'de gazeteci mi kalmadı ajansın içinde insan mı yok, Urfa'dan, mesela Trabzon'dan, Van'dan gazeteci mi getiriyorlar buraya. Bir yönetici olarak gelmesi, İzmir'deki gazetecilere yapılmış en büyük hakaretlerden biri. Geçen gün ajansta söyledim yayınlanmadı ama yayınlanmayacağını da ben söyledim, gelen arkadaşa dedim ki 'Bu yayınlanmaz, sansüre uğrar'… Hakikaten de sansüre uğradı. Daha önce de uğradı.
SOYOÐUL: Gazeteciler sansürden şikayet ederken kendi meslektaşlarına sansür uygulaması tabii çok acı. Üstüne Gazeteciler Cemiyeti Federasyonu Başkanı'na sansür uygulamak…
SERTEL: İyi bir şey söyleseydik girerdi ama bu haber girmiyor. Demek ki bana bunu uyguluyorlarsa vay vatandaşın haline.
SOYOÐUL: Ege TV'de muhabir arkadaşlarımıza yönelik İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş tarafından yapılan çirkin davranışla ilgili olarak bir meslek örgütünün başkanı olarak yapılması gerekeni yapıp tavrını koydun. Yüreklice açıklamalarla Demirtaş'ın tavrını kınadın. Normali, senin meslek örgütünün başkanı olarak yaptığın açıklamanın tüm medyada yer bulmasıydı ama İzmir'deki bütün gazetelere baktığımızda…
SERTEL: (gülümseyerek) Birkaç gazete dışında yoktu!
SOYOÐUL: Birkaç gazete dışında yoktu ya da bir-iki köşe yazarı dile getirmişti… Bazı köşe yazarlarından da 'üst yönetim' izin vermediği için konuyu yazamadıklarını öğrendik sonrasında. Bu durum, bana yapılan çirkinlik kadar vahim ve üzücü geliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsun? Eskiden böyle bir şey olur muydu? Cemiyet başkanı çıkar bir konuda konuşursa ertesi gün o gazetelerde yer alırdı. Neden şimdi böyle?
SERTEL: Onun nedenlerini sen de çok iyi biliyorsun.
SOYOÐUL: Biliyorum ama iki kurumun başkanı olarak senin anlatman gerek…


TAKLACI GAZETECİ OLMAYACAKSIN!
SERTEL: Şimdi bir insan bir kurumun başındaysa ve o kurum saygın bir kurumsa o saygın kurumun başındaki insan o kuruma yönelik saygın duruş içinde olmalıdır. Sayın Demirtaş için söylüyorum. Şimdi siz eğer Ege Tv'ye kızgınsanız, dargınsanız, küskünseniz bu sizin özel meselesiniz. Sizin evinize gelip röportaj yapmak isterse kapılarınızı kapatırsınız. Sizin makamınızda sizden bir görüş almak isterse bunu kabul etmezsiniz. Ama kamuya açık ve ticaret odası üyelerinin bulunduğu bir mecliste sizin o mikrofonu alıp dışarıya atma hakkınız yok. Hukuksuzluk yapıyorsunuz! Aslında basın ve ifade özgürlüğünden öte oradaki insanlar şunu bilmeli ki, kendi hak ve hukuku da çiğneniyor. Ticaret Odası'ndaki konuşmaları bir televizyon kanalı yayınlayamaz noktaya getirildiği zaman oradaki kamuya da zararı var. Bunu idrak edemeyecek kadar kin ve nefret yüklü o başkan! Ne kadar kızarsanız kızın sizin kamuya açık toplantıda mikrofonu alıp engelleme hakkınız yok. Bu yargıya gidecek bir sorundur. İkincisi, sizin sorunuza geliyorum eğer bunu biz bu açıklıkta, bu netlikle söylüyorsak ki; bizim Ekrem Demirtaş'la alıp veremediğimiz yok kişisel olarak… Ama benim mesleğime bir hakaret içerisinde bu hukuksuzluğu yapan insana karşı sesimi yükseltmeyeceğim de kime yükselteceğim? Benim onunla kanlı bıçaklı olmuşluğum yok, dediğim gibi. Ancak onun benim meslektaşıma yaptığı hakareti ben kendime addediyorum. Bir medya kuruluşuna yapılmış hakareti ben kendime yapılmış olarak addediyorum. Çünkü ben bir kurumun başındayım. Aynı zamanda orada bulunan gazeteciler o salonu terk etmiyorsa, oradan mikrofon atıldığında çıkmıyorsa, oradaki gazetecilerin tümü kendilerini bir değerlendirsinler. İkincisi eğer o açıklamayı, kınamayı o arkadaşlar yazmıyorsa yarın onlarında başına gelecektir aynı durum. Bu da ikincisi… Hele üçüncüsü çok vahim... 'Oradan ben ilan alıyorum, belli bir menfaat temelinde bakıyorum, Ekrem Demirtaş bana küfretse dahi hiç sorun değil, ben paraya bakarım' diyorsa; o daha da vahim bir durumdur. Asıl üzüldüğüm nokta da odur. 'Oradan gelecek hayır, Allah'tan gelsin dersin' ama sen mesleki olarak dik durursun. Duramazsan sen gazeteci değilsin. Ticari meta olursun. Alınırsın, satılırsın, verilirsin, yazılır, çizilirsin. Cemiyet başkanı ve gazeteci olmanın bir dik duruşu olmalı. Biz bunu gösteriyoruz. Göstermeyenler için ben bir şey söylemiyorum, onların problemi olarak kalır. Çünkü bugünler geçer; yarınlar insanlar için yüz akıdır ya da değildir. Bunlar tarihe not düşmedir. Birikiyor bunlar. Bütün hepsi birikecektir. 'Siz görmüyorsunuz bana ne, ben ilişkilerimi sürdürürüm oradan bana şu kadar lira geliyor' derse bir insan, yarın o da gelmeyecek noktaya gelir. Aynı İçişleri Bakanı'nın vatandaşı görünce 'Ya hadi ne güzel takla atıyorsun at bir takla' der gibi döner ona 'Hanımefendi-beyefendi olmadı ya, bir takla at' derler. Taklacı gazeteci olmayacaksınız!

SOYOÐUL: Alman-Türk Dostluk Federasyonu'nun 12 yıldır verdiği Kybele ödüllerinin medya dalındaki ödülünü bu yıl sen aldın, gururlandık. Son dönemde gazeteciler üzerindeki sansür, yargı baskısına karşı yürüttüğün mücadele nedeniyle mi aldın bu ödülü, yoksa…
SERTEL: Onu sormadım ama mutlaka oradaki izleyenler, orada bir Alman-Türk dostluk Federasyonu'nda 32 kişilik bir jüri varmış, bunların değerlendirmesi sonucunda hem Alman hem Türk kökenli mesleklerinde başarılı olan isimlere ödül veriyorlar. Geçtiğimiz dönemde de Türkiye'den sevgili Uğur Dündar, Melih Aşık bu ödüle layık görülmüşler. Ben İzmir adına, Türkiye adına gurur duydum… Tabi ki orada, Bavyera Parlamentosu'nda bir konuşma yapacağım. Konuşmamda da tutuklu gazeteciler adına bu ödülü aldığımı, Türkiye'de basın ve ifade özgürlüğünün gerçekleşmesi için mücadelemizi sürdüreceğimizi söyleyeceğim. Bu ödülü gerçekten almak önemli diye görüyorum. Neden önemli? Çünkü Almanya'da bu olayı anlatmaya bir fırsat tanıyor bize... Bunun için çok mutluyum. Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı olduktan sonra görevimi layıkıyla yerine getirmeye çalışıyorum. Beklentisiz mücadele ediyorum. Ama böyle bir ödül de insanın hoşuna gidiyor.
SOYOÐUL: gelelim Silivri'ye… Bu konudaki çabaların önceleri belki biraz kuşkuyla, hafif müstehzi gülümsemelerle karşılansa da kimi meslektaşların bunu geleceğe siyasi bir yatırım/ reklam olarak değerlendirse de… Bu mücadelenin bu kadar uzun süreceğini tahmin etmiş miydin? Ayrıca… kimliği ve kişiliğinden dolayı, ayrıca CHP İzmir Milletvekili seçilmesinden dolayı doğal olarak sevgili Mustafa Balba'ın adı öne çıkıyor ama hapisteki gazeteci sayısı Balbay'la sınırlı değil. Az önce sayısı söyledin. Her ne kadar Türk medyasında pek yer bulmasa da hapiste Kürt gazeteciler de var çok sayıda. Sen nasıl bir mücadele yürütüyorsun? Ve bu farkındalığı nasıl yarattın?
SERTEL: Nasıl başladığımızı hiç anlatmadım bugüne kadar, önce onu anlatayım… Mustafa Balbay tutuklandığında ben İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı değildim, Cemiyet başkan yardımcısı olarak yönetimdeydim. O günlerde oturdum sevgili Balbay'a bir mektup yazdım. Bu olayın aslı astarı nedir, niçin tutuklandı benim arkadaşım? Çünkü Mustafa Balbay senin gibi çok eski bir arkadaşım... 34 yıllık arkadaşım ki biz Mustafa Balbay'la aynı sıraları paylaştık. Sıra arkadaşıydık. Sıradan bir arkadaşım değil. Şimdi bir gazeteci cezaevine düşüyor ve niçin düştüğünü tam olarak algılayamıyorsun. Bir mektup yazdım. O mektuba yanıt gelmedi. Sonra oturdum bir mektup daha yazdım. O mektuba yanıt geldi ama çok aylar sonra... O zaman Cemiyet Başkanı olmuştum. 27 Mayıs'ta seçildim, İGC Başkanı olarak yazdığım ilk mektubun tarihi 29 Mayıs'tır. Bizim mazbatayı aldığımız gün de 30 Mayıs'tır. İlk yaptığım iş buradan Mustafa'ya bir mektup daha yazmak oldu. 'Arkadaş nedir bu durum? Bana açıkla' diye.


SOYOÐUL: Çünkü o dönemde müthiş fluydu her şey ve acabalar vardı; en iyi niyetlilerin bile kafasında 'Bir şey mi yaptı acaba' sorusu geziniyordu...
SERTEL: Sonra bana Mustafa'dan bir mektup geldi. Mektupta gazetecilik mesleği dışında herhangi bir suça katılmadığını, hiçbir suçu olmadığını söylüyordu. Ardından biz 5 arkadaşımızla birlikte onu ziyaret etmeye gittik. Birimiz Ordu'dan, biri Bursa'dan, üçü İzmir'den yola çıktık, Silivri'ye savcıya gittik. İki kişiye sadece izin verebiliyordu. Zorladım ben. Savcıya inanılmaz iltifatlar yaptım. (gülüyor) Ve sonuçta 5 kişi biz kapalı görüşe girdik. Mustafa tabii ki zayıflamıştı. Gördük. Aynen söylediklerini söylüyorum: 'Benim sizin yüzünüze bakacak yüzüm kalmaz sizi yanıltırsam. Benim hiçbir suçum yok! Bütün belgeler, bilgiler hepsi gazetecilik faaliyetlerimin ve kitaplarımı hazırlarken bulundurduğum belgelerdir. Bütün o bulunan, bulunduğu söylenen notlar da gazetecilik faaliyetleridir. Benim gazetecilik yapış tarzım eleştirilebilir ama benim darbeci olmadığımın mutlak bilinmesini istiyorum. Ben gençlik yıllarımda yargılandığım sol davalardan yattım çıktım. Hayatımın hiçbir döneminde de darbenin d'sini bile savunmadım!'
Bu inandırıcı geldi. Geldik buraya basın toplantısı yaptık. 1 Eylül 2009'da ilk basın toplantısını yaptık. Dedim ki; 'Bugün dünya barış günü. Bugün gazeteci arkadaşımız serbest kalsın' Fakat o günden bugüne bunu sağlayamadık. Onun mücadelesini yaptık. Onu yaparken senin de dediğin gibi birtakım arkadaşlar işte 'Kendine yönelik politik bir hedefi var' falan laflar söylediler, yazan da oldu... Ben 34 yaşımda milletvekili adayı oldum. Sandık koydular önseçimde 2.sıraya çıktım. Halk tercihiyle birinci sıraya geçtim. Sabah 160 oyla seçim kaybetmiş bir insanım... 1999'da milletvekili adayı oldum. Önseçim yapsınlar yarın öbür gün sandığı koysunlar… Halk işaret eder ya da etmez o ayrı bir şey. Öyle bir arayış içerisinde olduğumu söylediler. Bu aslında bir insanın o mücadeledeki enerjisini bitirmeye yönelik bir söylem tarzıdır. Yani 'Bu işten çekil kardeşim' demektir… Onun yanı sıra bazı yerlerden değişik tehditler de geldi. İşte 'Başına bir iş gelir, sen niye böyle bu işlerin içindesin?'… Kimi sevdiğinden dolayı söylüyor, bir kısmı aba altında sopa gösteriyor. İnternette de 'Ya bu adam ne zaman alınacak?' diye yazılar yazdılar utanmazca… İhbarcılık müessesesi çalıştı. 1946 yılında kurulan cemiyete hiç müfettiş gelmezken müfettişler geldi, buradaki tüm harcamalarımızı 20 gün denetledi. Üye yapımızı, her şeyimizi denetlediler. Biz yüz akıyla çıktık. Gene çıkarız. Bugün de yarın da burayı her zaman denetleyebilirler. Ama bizi yolumuzdan çeviremezler. Ben ne Tuncay Özkan'ı tanıdım hayatımda, ne Soner Yalçın'ı, ne Nedim Şener'i, ne Ahmet Şık'ı… Orada bulunan gazeteci arkadaşlarımızdan sadece ve sadece Mustafa Balbay'ı tanıyordum. Ama öylesine dostluklar oluştu ki cezaevinde, ben şimdi Soner Yalçın'la kardeş gibiyim. Ben orada Nedim Şener'le abi-kardeş gibiyim. Orada onlarla her biriyle, iki Barış'la gencecik insanlarla kardeş gibiyim. Çünkü en zor anlarda…
SOYOÐUL: Yanlarındaydın…
SERTEL: İkincisi cemiyet başkanısınız. Siz cemiyet başkanı olarak bu işi iki türlü yapabilirsiniz. Üç türlü de yapabilirsiniz. Birincisi hiçbir şeye karışmazsınız. Etliye, sütlüye hiçbir şeye karışmazsınız ve oturursunuz. Bir tercihtir. İkinci tercih de sadece genel yayın yönetmenlerine, üst kademedekilere yarenlik yaparsınız, bu da bir tercihtir. Zengin sofralarında oturursunuz, viskinizi yudumlarsınız, rakınızı içersiniz, şahane bir hayatınız olur. Üçüncü tercih ise en zor olanıdır. Hasta olan üyenizin yanında olacaksınız, vefat eden üyenin eşinin, çocuğunun yanında olacaksınız. Cezaevinde olanın iki kat yanında olmanız lazım. Çünkü onu çeken bilir. O acıyı yaşayan bilir. Siz benim üyem cezaevine düştü diye 'Nasıl olsa çıkınca görüşürsünüz' mü diyeceksiniz? Benim üyem olduğu için ben bu işlere başladım ve Mustafa Balbay'dan başlayan olayın içerisinde de gördüm ki, orada çok büyük haksızlık, hukuksuzluk ve düzmece birtakım dijital verilerle insanların hayatı kararıyor. 4 yıl 5 yıl hücrede yattı bu arkadaşlarımız. Ve bu arkadaşlarımız gazeteci…
Şimdi diğer kesime gelince… Sayın Arınç'a ben bir toplantıda çok açık ve net söyledim… Türkiye'de ünlü gazeteci olduğunuz zaman işiniz kolay... Hasan Cemal, Rahmetli Mehmet Ali Birand gidip PKK'ın en üst düzey yöneticileriyle görüştüğü zaman gazetecilik ödülleri aldılar. Röportaj ödülleri aldılar. Ama Güneydoğu'da yerel bir gazetede çalışan bir Kürt muhabir bu haberi yazdığı zaman 'PKK'nın propagandasını yaptı' diye tutuklandılar, gözaltına alındılar. Bu çifte standarttır! 'Eğer şiddet yoksa, kalem nedeniyle bir gazeteci gözaltına alınıyorsa, o ülkede basın ve ifade özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir' diye yüzlerine söyledim. Ondan sonra birtakım yasalar, birtakım şeyler değerlendirilmeye çalışılıyor. Yasalar terörist üretiyor. Herkese terörist muamelesi yapıyorlar.
SOYOÐUL: Birdenbire topraklardan terörist fışkırdı sanki. Herkes terörist…
SERTEL:16 bin genç cezaevinde yatıyor. Kürtler cezaevinde yatıyor, Silivri'de yatanların hali ortada... Türkiye'de bir baskılama ve ötekileştirme inanılmaz derecede yaşanıyor. Bazıları değerlendiriyor. '12 Eylül daha iyiydi, yok 12 Eylül daha iyi değildi' diye... 12 Eylül çok kötüydü. İnanılmaz kötüydü, 12 Eylül'ü yaşadım, biliyorum ama bu durum 12 Eylül'den daha kötü... Çünkü orada hiç olmazsa sizi dinleyen ve sizin ifadenizi alan yargıçlar vardı. Sonuçta eldeki deliller uygun değilse beraat etme şansınız vardı.
SOYOÐUL: Son gittiğin Silivri'deki manzara inanılmaz kötüydü… Biber gazı ve, tazyikli sularla bir savaş alanına döndü ortam. Nitekim duruşma yapılamadı ve ertelendi. Bu röportaj yayınlandığında belki duruşma olmuş olur ama o gün yaşananlar… Bir kısmı Cumhuriyet Halk Partisi'ni suçluyor, oradaki İşçi Partililer suçlanıyor. Yani herkes her şey adil ve her şey olağan ama sadece olağan dışı olan oraya giden insanlar gibi bir hava estirildi… Senin gördüklerin neydi, kaç kişi vardı o duruşmayı izlemeye giden?
BİR TEK MAYIN DÖŞEMEDİKLERİ KALMIŞ SİLİVRİ'YE…

SERTEL:
600 otobüs, bin kadar araç vardı. Ve yaklaşık 300 civarında minibüs-midibüs tarzında araçlar vardı... Toplamda 40'la çarptığın zaman 35-40 bin civarında insan vardı. Şimdi siz deseniz ki, 'Guinness Rekorlar Kitabı'na ben şu kadar insanı sokmak istiyorum ve her gelene bir televizyon vereceğim', dağın başında, bu soğukta yemin ediyorum 15-20 bin insanı zorlukla oraya getirirsiniz. Mümkün değil gelmez insanlar... Oraya ne getiriyor biliyor musunuz? İnsanlar artık Türkiye'deki hukuksuzluğu gördü. Oradaki insanlara yapılan zulmü gördü insanlar. O getiriyor… Yoksa o örgüt suçlu, bu parti suçlu… Parti kaldırabilir araç ama insanlar inanmıyorsa niye gelsin? Tabii 70 yaşında insanlar geldi oraya... Ve oraya gelen insanların okuma yazma oranı yüksek... Gençler de var. Orada duruşma yapılmaması için değişik gerekçeler yapılıyor bazı zamanlarda... Ben orayı sürekli izlediğim için iyi biliyorum. Bu gittiğimizde bir kere 'açık duruşma' diyorlar, zinhar yalan... 7-8 ayrı barikattan geçiyorsun, her taraf barikat! Suriye sınırında o kadar engel yoktur. Bir tek mayın döşemedikleri kalmış. Her şey var… Yerlere çakılmış bariyerler. İnanılmaz. İkincisi sizi 2 kilometre ötede indiriyorlar o soğukta yürüyerek o çamur içerisinde yürüyerek mahkeme salonuna ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bir mahkemeyi, kamuya açık bir mahkemeyi izlemek bu kadar mı zor? Neredeyse Türkiye'nin her yerinden oraya jandarma gelmiş, oradaki jandarma kuvveti yetmez. Robocoplar, polisler, gaz bombaları… Ben milletvekili olsaydım parlamentoda ilk soracağım soru şu olurdu: Orada halkın üzerine ne kadar gaz bombası yağdırıldı. Stoklarda ne kadar erime oldu? Öyle gaz sıktılar ki, duruşma salonuna, koridorlara kadar sızdı. Ben koridora çıktığımda zehirlendim zaten. Sesim gözüm gitti avukatların odasına zor sığındım. Şimdi orada mahkeme başkanı böyle bir karar alıyor. Diyor ki 'Avukatlardan sadece elinde sanığın vekaleti olanlar içeriye girecek'… Bir avukata mahkeme yasaklanır mı? O an der ki 'Ben bu avukatı vekil tayin ediyorum', der konuşur. Gazeteciler için diyor ki; 'Siz giremezsizin!' 'Neden?' deyince de 'Yeterince girdi içeri' diyor. Allah Allah! Nasıl olacak o? Dışarıda da en az 30 gazeteci kaldı. Hürriyet muhabiri kalmış. İçeri giremiyorlar. 'Belli gazeteciler girmiş sabahın erken saatlerinde' diyelim veya kart bulmuş girmiş… Bir de Atilla Uğur söyledi ki doğrudur, çok sayıda sivil polis yerleşmiş. Sivil polisler doldurmuş salonu! Sanıkların birinci derece yakınları girmiş, gazetecilerin bir kısmı girmiş, ben de girdim… İçerde mahkeme başkanına sesledim: Sayın başkan açık duruşmaya başlandı diyorsunuz. Açık duruşma nasıl olur? Gazeteciler, biz dışarıdayız… Beni tanıyor oradaki binbaşı astsubay, ' Başkanımız girsin' dediler. Ama benim girmem meseleyi çözmüyor ki… Görev yapacak gazeteciler dışarıda…
Diyorum ki, 'Sayın Başkanım gazeteciler dışarıda kalmış. Bunlar içeriye girmeli. Böyle mahkeme olur mu, böyle hukuksuzluk olur mu? Ertesi gün oradaki gazetelerden bir tanesi, gazete diyemiyorum artık ne oldukları belli değil, 'Atilla sertel içerde slogan attı' diye yazıyor. Böyle bir şey olur mu? Mümkün değil! Yani gazetecilere ayrılan bölüm özellikle boş tutulmuş ve orada boş tutulan yerlere kimseyi almıyor. 'Müdahil avukatlar gelecek' diyor. Müdahil avukat yok davada... 40-50 kişilik yer boş, 'Gazetecilere yer yok' deniyor! Zaten olay çıksın isteniyor. Orada bir şey çıksın ki, biz bunu erteleyelim.

SOYOÐUL: Ne olacak peki? Bunun sonu sence nasıl olacak?
SERTEL: Şöyle... Bir kere özel yetkili mahkemeler bu ülke kaldırıldı.
SOYOÐUL: Evet ama halen var olan davaları yürütmekle görevliler…
SERTEL: Onlara da öyle bir yetki vermişler ki kimseyi dinlemiyorlar. Yani onların yetkileri sınırsız ve o kadar sorumsuz ve sorunsuz devam edecek vaziyette görülüyor. Çünkü kimseyi de dinlemiyorlar. Başbakan bile söyledi, zor dinletti. O da yasa değiştirecek. Çünkü kendi MİT Müsteşarı da alınıyordu biliyorsun. Bu, yasayla değiştirilir. Parlamento oturacak yapacak. Ya arkadaşlar biz bu ülkede barış istemiyoruz mu? İstiyoruz... E şimdi 'Silahını bırak nereye gömersen göm sen, cinayet işlediysen de önemli değil bu ülkeyi terk et' diyorsun… Başbakan diyor ki 'Silahı bırak nereye gömersen göm'… Öbür tarafta elinde kalem var adamın, hiçbir terör faaliyetine karışmamış, çocuğuna bile oyuncak tabanca almamış bir gazeteci için diyorsun ki; 'Seni ağır müebbetle yargılıyorum.' Böyle bir duruşma böyle bir yargı anlayışı yanlış... PKK'nın itirafçılarını, diğer DEV-SOL itirafçılarını, bir takım gizli tanıklarla yargılıyorsun; mesela MİT müsteşarı Şenkal Atasagun gibi ülkenin en önemli adamlarından birini o dönemin adamını dinlemiyorsun! Üç tane istihbarat daire başkanı, emniyetin üst kademelerindeki adamları dinlemiyorsun! Işık Koşaner gibi bir ismi, üç ordu komutanını dinlemiyorsun… E sen zaten kararını vermişsin! Dinlediğin adamlar sana yetmiş. Bu ne olacak biliyor musun? Buradaki asıl şeyi bize Mustafa Balbay çok önceden söylemişti. 'Bizi bir yerde tutacaklar, biriktirileceğiz, bu biriktirilme sonucu bir ceza vermek istiyorlar bize… Sonra öbür taraftaki durumu düzeltmek için…'


SOYOÐUL: Kürt sorunuyla ilgili ya da terörle ilgili olanı…
SERTEL: Ya arkadaş biz Anayasa çıkartıyoruz artık bu ülkede barış olsun, devlete karşı işlenen suçlara da af olsun… 'Siz eğer 'evet' verirseniz bak buradaki arkadaşlar çıkacak, öbür tarafta da dönecek…' 'Siz 'evet' verirseniz buradaki arkadaşlar da çıkacak, başkanlık sistemi de geliverecek' gibi bir anlayış içinde yürüyor bu dava... Burada çözüm siyasal… Siyaset yapılıyor, dava yürümüyor. O yüzden bu olay çok tartışmalı. Oraya gelen insanlardan bir tanesi, bir tane askere fiske vurmaz ya, öyle insanlar... Ama o insanlara yapılan muamele inanılmaz. Elinde Türk Bayrağı adam kafasına cop yiyor! Öbür tarafta ben demiyorum ki 'Başka bayrak taşıyanlara vurun' diye... Şiddete biz genelde karşıyız, bombaya biz genelde karşıyız, insan sevgisiyle dolu insanlarız. Bunu özellikle söylemek istiyorum ki Türkiye'deki düzelme ancak kendi iç barışını tesis etmekle mümkün olur…
SOYOÐUL: Şu anda üzerinde iki gömlek var. Biri İzmir Gazeteciler Cemiyeti diğeri Türkiye Gazeteciler Federasyonu... Bu gömleklerin devam ettiği sürece yine Silivri'deki gazeteciler için yaptığın mücadeleye devam edeceksin mutlaka... Peki gömlek değiştirmeyi düşünüyor musun? Senin daha önce de adaylıkların söz konusu oldu. Siyaseti ne kadar sevdiğini, yakından ilgilendiğini biliyoruz. Ne düşünüyorsun bu konuda gelecekle ilgili?
SERTEL: Çok samimiyetle söylüyorum bunu, bir kardeş, bir arkadaşın olarak beni yıllarca tanıyan birisin… Hiçbir çekincem de yok. Ben yaptığım işin en iyisini yapmaya çalışan bir insanım. Bu hayatım boyunca öyle oldu. Yani kafama koyduğum şeyi yaparım. 16 yaşındaydım babam öldüğünde… Gündüz lisesini bıraktım, akşam lisesine geçtim. Gündüz işportacılık yaptım, okulu bitirdim sonra 'Gazeteci olacağım' dedim. İstanbul Fikirtepe Atatürk Eğitim Endüstri'sinin Almanca bölümünü bıraktım, geldim buraya gazeteci olmak için... Hem çalıştım, hem okudum ve oldum. Sonra dedim ki 'Ben bu meslekte çoluk-çocuğumu namusumla büyüteceğim ve belli bir yere getireceğim' dedim. Onu da yaptım. İkinci oğlum da inşallah meslek sahibi olacak... O da çalışıyor. Eşim de ben de çocuklarımla gayet iyi bir hayat sürdürüyoruz. Benim eksik kalan yanım, ben siyasetin tam göbeğindeyim... 16 yaşımdan beri… Siyaset sadece belli bir yere gelmek için yapılmaz. Biz gençlik yıllarımızda bir yere gelmek için siyasete başlamadık. Birileri bize 'solcu ol' dediği için de solcu olmadık. Kendimiz okuduk. Şimdi ben gömlek değiştirme olarak algılamam onu... İki dönem bilerek ve isteyerek adaylığımı koydum. Çünkü hiçbir makamı altından koltuğu çekmediğin sürece alamazlar. Yıkılmaz. Ama tüzüksel olarak koyduğun zaman bu önemlidir. Bu benim ikinci dönemim. Bunu federasyonda da koydum tüzüğe… 'İlelebet ben koltukta oturacağım' diye bir şey de düşünmüyorum. Çünkü insanlar koltuklarını yüceltir. Koltuklar insanları yüceltmez. Bundan sonrası için eğer inançlarım doğrultusunda demokrasi alanında bana bir görev, bana bir ihtiyaç söz konusu olursa, aday olmaya hazırım… Çünkü en iyisini yaparım. Ben buna inanıyorum. Yerel yönetim mi? En iyisini yaparım. Gençlik yıllarımda ben yerel yönetimdeydim. Büyükşehir Belediyesi'nde daire başkanıydım... 32 yaşımda daire başkanı oldum ben... Belediyeciliği kurumsal olarak bilirim. Siyaset mi? Aşağı yukarı okuduğumuz kitaplarla, öğretilerimizle, duruşumuzla… Milletvekilliği mi? Onu da yaparım, yapmam değil. Onun için de yola koyuldum. Yarım kalan aşkımdır benim o anlamda… Ben hiçbir aşkımı da yarım bırakmadım. Tamamlarım. Olmadı, olmaz … Çok da keyif aldığım bahçem var, denizim var, yazlığım var, kitaplarım var yazarım çizerim. Bunlar da var hayatta. Ben bir şeye olmazsa olmaz diye bakmıyorum. Olmazsa olmaz olan şu: İnsanın bir kere düzgün duruşu olması lazım. Birtakım menfaatler karşısında eğilmemesi lazım. Ona bakarım. Ben hiç eğilmedim. Sen de eğilmedin. Kişisel menfaatlerini önde tutarak birtakım insanları ezmeyi hiç düşünmedim. Yapmadım, yapmam, yaptırtmam. Ama bana yönelik de bir saldırı olduğu zaman kişisel olarak gerektiği yanıtı zamanı gelince veririm… Şu anda çok yuttuğum ve yutkunduğum noktalar var; çünkü bulunduğum konum cevap vermeyi gerektirmiyor. Çünkü cevap verdiğim zaman yanlış olur. Ama şu kurum bitsin, federasyondaki görevim bitsin, bana yönelik derdi olanlar varsa gelsinler onlarla da hesaplaşırız, hiç önemli değil… Ama ben şunu söyleyeceğim, en son senin dediğin noktada çok samimiyetle söylüyorum; siz isteseniz de sizin istediğiniz olmaz. Halk çok önemlidir. Halkı dinleyecek merkez çok önemlidir. Kulak halka veriliyor mu, verilmiyor mu? O çok önemlidir. Benim için birinci derecede halktır önemli olan… Halk ne derse onu yaparız.