İran cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, geçtiğimiz ay İranlı diplomatlarla bir araya geldiği toplantıda aynen bu sözleri sarf etti: 'İran'la savaş tüm savaşların anasıdır...'

Hatırlanacağı üzere mayıs ayında Trump, Obama döneminde İran'la imzalanan nükleer anlaşmayı 'korkunç, asla ve hiçbir zaman yapılmaması gereken' tek taraflı bir anlaşma olarak nitelerken; sözlerinin devamında, şimdiye kadar bölgeye barış ve huzur getirmeyen bu anlaşmayı derhal feshedeceklerini ve İran'a yeniden yaptırımlar uygulayacağını açıklamıştı.

ANLAŞMANIN ÖZÜ...

Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşmanın 'uluslararası anlaşma' olduğunu peşinen söyleyelim. Bir başka deyişle P5+1 anlaşmanın taraflarını teşkil ediyor.

Peki P5+1 olarak da bilinen bu ülkeler hangileri?

BM Güvenlik Konseyi (BMGK) ülkeleri İngiltere, ABD, Çin, Fransa, Rusya ve artı bir şeklinde anlaşmaya dahil olan Almanya.

İran, anlaşma kapsamında uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermeyi ve uranyumu sadece bilimsel araştırmalar için kullanmayı taahhüt ederken, BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nu denetleme konusunda yetkili kabul ediyordu. Bu kurum aynı zamanda İran'ın askeri üslerine 'kontrollü giriş' şartıyla yetkili kılınmıştı.

Bunun karşılığında İran'a petrol, doğalgaz, finans, havacılık ve deniz taşımacılığında uygulanan yaptırımlar kaldırılacak ve İran milyarlarca dolarlık kaybını telafi edecekti.

ANLAŞMANIN RUHU...

Trump, gelinen nokta itibariyle, tıpkı geçtiğimiz aylarda Kuzey Kore'ye uyguladığı, ancak sonrasında uzlaşarak başarıya ulaştığı tavrı İran üzerinde de test etmek istiyor. Burası çok açık...

Washington, İran'a karşı sürdürdüğü bu tehditkar tavrı söz konusu anlaşmanın İran tarafından ihlal edildiğine dayanarak savunuyor. Yani Washington, İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini gizlice sürdürdüğüne inanmakta.

Nitekim Washington'un tavrı, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun geçtiğimiz nisan ayında bu hususu tüm dünyaya kanıtlamak için gerçekleştirdiği bir powerpoint sunumu (!) sonrasında ortaya çıktı.

Netanyahu'nun sunum esnasında bir dolap üzerindeki siyah örtüyü kaldırarak nükleer proje ile alakalı gizli klasörleri ele geçirdiklerini ifade ettiği ve 'Iran Lied – İran Yalan Söyledi' diyerek bitirdiği sunum sonrası Trump'tan ilk açıklama geldi: Anlaşmadan çekilme ve İran'a yeni yaptırımlar...

Bu tavrın anlaşmanın ruhuna aykırı olduğunu biraz araştıranlar görecektir. Bunu söylemek için de uzun uzadıya cümleler kurmaya gerek yok...

Zira mesele şurada düğümleniyor: Trump ile İran masaya oturup yeni bir anlaşma yapsa, -hatta BMGK bu yeni anlaşmayı da onaylasa- bir sonraki ABD Başkanı'nın bu yeni anlaşmayı ihlal etmeyeceğini kim garanti edebilir?

Ya da bu ve geçmişteki münferit örneklerden yola çıkarak; bunun bir uluslararası hukuk ihlali meselesi olduğunu söyleyip, konuya kilit mi vuracağız?

Kesinlikle hayır...

KADİM İRAN'IN KADİM DÜŞMANLARI...

Başlık provakatif düşünülmesin.

İsrail ve Suudi Arabistan yakın tarihte hiçbir zaman İran siyasetini dostane algılamadı.

Ufukta bir umut kırıntısı da görünmüyor, zira bu hasımlığın kökü 1979 İran İslam Devrimi ve lideri Ayetullah Humeyni'nin 'velayet-i fakih' temelinde kurduğu Şii yayılmacılığına kadar dayanıyor.

Dolayısıyla Sünni S.Arabistan'ın Şii yayılmacılığı karşısında duyduğu bu tarihsel korkunun Trump için bir kazanç kapısı olduğunu söylemek mümkün. Trump, geçtiğimiz yıl göreve gelir gelmez Suudi Arabistan ile 350 milyar dolarlık silah anlaşmasını imzaladı... On yılı kapsayan bir anlaşma...

Hazır 1979 İran İslam Devrimi demişken...

O devrim İsrail sınırlarında, yani Lübnan topraklarında 'Hizbullah' gibi bir örgütü bağrından çıkardı. Kurulduğu 1982'den bu yana Hizbullah, daima İsrail'in Ortadoğu'daki varlığına karşı silahlı mücadele yürüttü ve Amerika'nın terör örgütleri listesine ilk sıralardan girdi. Üstelik El-Kaide diye bir örgüt ortalıkta yokken...

Gelelim günümüz İran'ına...

İran, Hizbullah ile olan bağları sebebiyle hem Lübnan hem de Suriye'de son derece etkin bir manevra alanı kazanırken, öte yandan Rusya ile ortaklaşa hareket ederek Amerika'nın Suriye politikasının iflas etmesinde önemli bir faktör oldu. Esad gitmeli diyen Amerika, bugün tüm dünyanın gözü önünde İran –Rusya ortaklığı temelinde kurulan ve Suriye'nin geleceğine şekil veren Astana görüşmelerini (şimdi aynı formatta Soçi Görüşmeleri) garabetle izliyor.

Öte yandan aynı İran, bir önceki yazımda 'Çin tipi küreselleşme vizyonu' olarak belirttiğim Kuşak ve Yol Projesi'nde kilit bir ülke konumunda.

Sadece bu gelişmeler ışığında, İran'ın başta ABD olmak üzere İsrail ve S.Arabistan'ın nefretini körüklediğini söylemek mümkün ancak yeterli değil...

NEFRETİ KÖRÜKLEYENLER: 'MÜESSES NİZAM' ya da 'ESTABLISHMENT' dedikleri...

Dün Trita Versi'nin Common Dreams adlı sitede 'On Iran, Is It Trump Versus His Own Neo-Cons?' başlıklı yazısına denk geldim.

Başlığı neo-con açıklamasına girmeden kabaca şu şekilde çevirmek mümkün:

'Trump, İran meselesinde kendi adamlarıyla mı karşı karşıya?'

Kimleri kastettiğini hemen belirtelim: Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo.

Söz konusu iki kişi, yazının içeriğinde İran krizini körükleyen kişiler olarak tarif ediliyor...

Bu noktada komplo teorileri yapmak bir kenara, şu hususun altını çizmekte fayda var:

Göreve geldiğinden bu yana Trump'ın kendi kadrosunu kuramadığı ve bunun Amerikan derin yapılanması 'Establishment' olarak bilinen, yani Türkçe adıyla 'müesses nizam' ile alakalı olabileceği konusu uluslararası basında çokça yazılıp çizildi...

Aynı Trump'ın danışmanlarına aldırmayarak Kuzey Kore krizini kendi inisiyatifiyle çözdüğü göz önünde bulundurulursa yazılıp çizilenler pek gerçek dışı görünmüyor.

Son bir aydır yaşanan gelişmelere bakılırsa sürecin kötü bir yöne doğru evrildiğini, dolayısıyla İran'a savaş seçeneğinin bile uzmanlar tarafından dillendirildiğini söylemeden geçmeyelim.

Peki, Amerika cephesinden ağır tehditlerin yoğunlaştığı bir esnada Trump, neden birden 'Ruhani ile koşulsuz görüşebilirim' deme ihtiyacını hissetti?

Söz konusu yaptırımları, sadece nükleer anlaşma meselesine bağlamak ne kadar doğru?

Bunlar bir sonraki yazımın konusunu teşkil edecek...

Fakat şurası kesin: Ortadoğu siyasetinde İran'sız bir denklem mümkün değil...

Hatta teşbihte hata olmaz: İran bölgenin anası...

O nedenle bir sonraki yazımızda devam etmek üzere Ruhani'nin sözlerini tamamlayarak yazıya son verelim:

'İran'la barış, barışların anası; savaş ise savaşların anasıdır.'