Bir arkadaşım dedi ki, ’“Neden hiç başkarakteri erkek olan öyküler yazmıyorsun?’” Bir an düşündüm evet hiç değil pek yazmıyorum, yazdığımdaysa hep hastalıklı karakterler çıkıyor karşıma, hoş yazdığım kadınlar da çok sağlıklı değil ya’…’¶ Sanırım ben şehrin arka sokaklarını ne kadar merak ediyorsam, insanda da aynı şeyi merak ediyor ve irdelemek istiyorum’… O karanlık, hastalıklı, geçmişten tutup yaşadığımız ana kadar sürüklediğimiz travmatik duyguları anlatmayı seviyorum galiba. Sorun karakterlerimde değil anlaşılan’… Gülümsüyorum ve arkadaşıma aşağıdaki öyküyü yolluyorum altına da bir not düşüyorum’…
’“Yooo yazıyorum işte bak oku bunu, hatta bu öyküyü son kitabım Sır Dökümü ne bile aldım’…’”
GÖREMEDİĞİM
’“Şimdiye kadar yaşadığın her şeyi aşklarını, acılarını, mutluluğunu aç bir kurt gibi yiyip tükettin. Sana verilen hayatı hız ve hazla bitiriyorsun. Oysa yaşamda aceleye yer olmamalı. Dalmayı hep çok istedin. Dalmak da aceleye gelmez, vurgun yersin. Ağır ağır inmelisin derine. Mavinin laciverde dönüşünü santim santim görmelisin. Derinlikteki sarhoşluğun tadını çıkarmalısın’… Yaşamalısın’… Bir okyanusun dibine dalar gibi yaşamalısın’…’”
Tek hecelik bir düşüncenin ağırlığıyla adımları iyice yavaşlamıştı. ’“Kim?’” Evinde, işyerinde bulduğu o kısa notlar, mektuplar kime aitti?Onu bu kadar iyi tanıyan, gittiği yerleri, içtiği geceleri, yaptığı konuşmaları ve daha birçok şeyi bilen biri, neden kendini gizleme gereği duyuyordu?Aniden durdu, arkasına baktı. Takip ediliyor olabilir miydi?Sokakta ondan başkası yoktu. Siyah kalın paltosunun cebini yokladı; sabah, bürosunda bulduktan sonra buruşturup cebine koyduğu mektup hala oradaydı. Bir süre eli cebinde, buruşuk kağıt parçası ile oynayarak yürüdü. Bir sokak lambasının altında durup mektubu çıkardı, kağıdı düzelttikçe düzgün bir el yazısı çıkıyordu ortaya. ’–kimin düzgün el yazısı?- Yazının güzelliğinden, mektupların bir kadına ait olabileceğini düşündü. Düşündüğüne inanmak istedi. İnandı. Mektubu aceleyle cebine koydu.
Rüzgar şiddetlenmeye başlamıştı. Paltosunun içine iyice büzüldü. Üşümüştü. Adımlarını hızlandırdı. Yürüdüğü sokağın sonundaki sabahçı kahvelerinden birine girdi. Kömür sobasının sıcaklığı vurdu yüzüne, gülümsedi. Cam kenarındaki masalardan birine oturdu. İçeride birkaç balıkçıdan başka kimse yoktu. Kahvecinin önüne bıraktığı çaydan bir yudum alıp mektubu çıkardı. Kağıdı açtı, yüksek sesle okumaya başladı.
’“Ellerimdeki günahlarla uzanıyorum sana’… Dokunma sakın’… Kaç benden’… Seni kirletmeme izin verme. Yaşamın içinden geçip giderken, bir gün gördüğüm o uzun düşten uyanacağım. Sen beni hiç bilmeyeceksin. Yine her akşam bürondan çıkıp arkadaşlarınla birkaç bira içeceksin o barda. Arabanı evinin birkaç sokak altındaki park yerine bırakıp karanlığın içinden yürüyeceksin, evindeki yalnızlık sendeki yalnızlık merhabalaşıp kucaklaşacak’…’”
Kahvedekiler gülümseyerek baktılar adamın yüzüne. ’“Bu gece ne yapacağımı bilemedi,’” dedi adam. ’“Kim?’” dedi balıkçılardan biri. ’“Hiç,’” diye yanıtladı. Paltosunu sandalyenin arkalığından aldı. Çay parasını masaya bıraktı. Yüzünde alaycı bir gülümsemeyle çıktı. Geldiği gibi karanlığın içinden geçerek döndü yalnızlığına. Saate baktı, gece yarısını çoktan geçmişti. Her zaman yaptığı gibi yatmadan önce bir bardak viski doldurdu kendine.
Sabah, cep telefonunun alarmıyla sıçrayarak uyandı. Salondaki koltukta sızmıştı. Sırtında kötü bir ağrı ile yatak odasına geçti. Aceleyle giyinirken kendini arkadan kurulu bebekler gibi hissetti. Her sabah erkenden kalk, büroya git, bir sürü dosyanın içine gömül, mahkemeye çık, suçlu ya da suçsuz insanları ceza almaktan kurtarmaya çalış, bin tane yalan söyle. Ellerine baktı, mektupta yazdığı gibi ’“Ellerimdeki günahlarla uzanıyorum’…’” ’“Kime?’”’…Park yerine yürüyene kadar bin türlü şey düşündü. ’“Şu düşünceleri silmenin bir yolu olsaydı, geçici bir süre bomboş bir beyne sahip olsaydım da’… Her şeye yeniden başlamak’…-taze, dingin- mümkün olsaydı,’” Arabasının yanına geldiğinde durdu. Yeni bir mektup bulmaktan korkuyordu. Kapıyı açtı, şoför koltuğuna oturdu, arabanın hiçbir yerine bakmadı.
Büroya girerken, sekreterinin ’“Günaydın,’” deyişini duymadı bile. Odasına geçti. Birkaç saat sonra gireceği duruşma için hazırlanmaya başladı. Dava dosyasını aldı, ilk sayfasını açar açmaz yüzüne şiddetli bir tokat yemiş gibi oldu. Yine kısa bir not, düzgün el yazısı’… Ve ’“Kim?’” sorusu ile burun burunaydı. Bir süre gözlerini kapatıp bekledi. Kağıda dokunamadı.
’“Her sabah aynaya gülümseyerek bakıyorsun. Kapıdan çıktığın anda asılıyor yüzün. Her şeyi yerinde ve zamanında yaşamaya çalışmak seni yormuyor mu?Bir kez olsun yersiz ve zamansız bir şey yap. Git, olmadık birine aşık ol örneğin... Hiç tanımadığın bir şehirde kaybol. Sabah denize karşı bir kadeh şarap iç’… Bir kez olsun düşün başarılarının sana kaybettirdiklerini’… Göremediklerini’”
Not kağıdını eline alıp arkasına yaslandı. Severek kullandığı dolmakaleme ilişti gözleri. Dosyanın arasındaydı’… Dün akşam çıkmadan önce bir ara onu aradığını anımsadı. Kalemi aldı. Dişlerinin arasında gezdirdi. Bir kahve istedi. Sekreteri, kahveyi masaya koyarken yüzüne öyle bir şüpheyle baktı ki, kızcağız sanki büyük bir suç işlemiş gibi eli ayağına dolaşarak, utanarak çıktı dışarı. Adam aklında yüzlerce soru ve yüzlerce tahmini cevapla kalktı yerinden. Davaya bir an önce hazırlanması gerekiyordu ama bütün hevesi kaçmıştı. Şimdi yapması gereken şey, kahvesini içerek çalışmaktı. Sonra giyinip mahkemeye gitmek, döndüğünde biraz daha çalışmak, akşam birkaç arkadaşıyla’… Birbirine benzeyen günler’… Aynı renk günler’… Notta yazılanlar doğruysa yanlış olan kendisi miydi?Durdu. Gözleri tek bir noktada asılı kaldı. ’“Yanlış?’” Yanlış olan kendisi olabilir miydi?Bu düşünce ürküttü onu. Bir an önce kendisini toparlamalıydı. Doğrusu da buydu zaten’… ’“Doğru?’” Neydi doğru?Ayaklarından başlayıp yavaş yavaş yukarı çıkan sıcaklık’… Alnında biriken ter damlacıkları’…
Tüm hayatının bu odaya ve evdeki yalnızlığına sıkışıp kaldığını hissediyordu’… Kapı yavaşça çaldı, sekreter yine utangaç bir tavırla içeri girdi. Adamla göz göze gelmemeye çalışıyordu, boş kahve fincanını alıp dışarı çıktı. Adam, arkasından ’“Acaba mı?’” diye sordu kendine, yine kendi yanıtladı ’“Yok canım.’” Bundan daha olmadık biri var mıydı aşık olacağı?Gülümsedi. Vücudunu saran sıcaklık gitmiş, alnındaki ter damlacıkları kurumuştu. Arkasına yaslandı’…
Saatler geçmişti. Aceleyle kalktı, mahkemeye gitti. Dikkati iyice dağılmıştı. Mahkemede ne konuştu, kimi nasıl savundu, hatırlamıyordu bile. Kafasının içi boşluklarla doluydu. Uzun süre yürüdü. Bürosuna döndüğünde ayaklarının altı karıncalanıyordu. Odasının önünde sekreteri ile tekrar karşılaştılar. ’“Arayan var mı?’” ’“Arayanların listesini masanıza bıraktım.’” Ne garipti bu kız. İlk geldiğinde yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle dolaşan, cıvıl cıvıl giyinen, sık sık odasına gelip bir şey isteyip istemediğini soran’… Şimdi ne olmuştu?Yüzünde sürekli suçlu bir ifade ile dolaşan, daha resmi ve koyu renk elbiseler giyen, o çağırmadan odasına girmeyen’… Bu düşüncelerle odasının kapısına yönelmişken durdu. ’“Sen neden bu kadar değiştin?’” ’“Anlamadım efendim,’” ’“Değiştin diyorum. Buraya ilk geldiğinde sürekli gülümseyen, cıvıl cıvıl giyinen bir kızdın.’” Kız şaşkınlıkla bakıyordu adamın yüzüne.
O kendini bildiğinden beri böyleydi, sade ve abartısız. Hiç öyle renkli renkli giyinip sık sık gülmezdi. Ne diyeceğini şaşırdı. Adam sesini biraz yükselterek: ’“Cevap versene Lale!’” Kızın gözleri büyüdü, yüzündeki şaşkınlık yerini korkuya bıraktı, titreyen sesiyle: ’“Lale benden önce burada çalışan kızın adıydı yanılmıyorsam. Ben Aslı,’” Bu kez önce şaşırma sonra korkma sırası adamdaydı. Hiçbir şey diyemeden girdi odasına. ’“Ne oluyor bana?Deliriyor muyum?...’”
Hava iyice kararana kadar odasında kaldı. Dışarıya çıktığında kız çoktan gitmişti. İlk defa ’“Ben çıkıyorum efendim,’” demeden hem de. Haklıydı ama’… Bu akşam arkadaşlarına hiç takılmayacaktı. Arabayı ilk kez park yerine değil de apartmanın önüne park etti. Asansöre bindiğinde aklı iyiden iyiye karışmıştı. Eve girer girmez yerde duran teybin fişini prize taktı. CD kutusuna elini uzatıp rasgele bir tane takıp mutfağa yöneldi. Klasik müziğin o büyüleyici sesi eşyası az odada etkileyici bir akustik yaratıyordu. Bir bardak viski alıp sık sık dışarıyı izlediği ince uzun pencereye yaklaştı. Cama vuran birkaç damla, yağmurun başladığını işaret ediyordu. Sokak lambasının yanında duran cılız, yapraksız bir ağacın sallanışlarını izledi bir süre. Son bulduğu notta, özellikle o tek cümle çıkmıyordu kafasının içinden. ’“Git, olmadık birine aşık ol,’” oysa duygularını uzun bir süre önce, son sevgilisi ’“Sen git dosyalarınla seviş yine,’” dediğinde yitirmişti sanki. O zamandan beri aşk kavramı olabildiğince uzaklaşmıştı ondan. Aşk bir şaka, bir lükstü artık. Kendine karşı hep katıydı, yaşama karşı da’… Son yudumda anladı elindeki bardağın viski değil şarap kadehi olduğunu’… Dalgınlık değildi bu’… Daha fazlasıydı.
Telefonu dakikalardır ısrarla çalıyordu. Bardağı yere bıraktı. Telefonu açtı. Bardaki arkadaşları onsuz eğlencenin tadının çıkmadığını söylüyordu. Şaşırdı. ’“Ben eğlenceli bir adam değilim ki oğlum,’” dedi. Telefonu kapatır kapatmaz, içinde, balıkçı kahvesine gitme isteği uyandı. Dışarıda iyice üşüyüp içeri girer girmez kömür sobasından yayılan sıcaklıkla kucaklaşmak, kahvecinin getireceği ince belli bardakta, tavşankanı çayı birkaç yudumda bitirmek, balıkçıların o yorgun, ıslak, çakırkeyif seslerini dinlemek istiyordu bu gece. Siyah paltosunu askılıktan aldı. Dışarı çıkar çıkmaz soğuğun keskin dişleri ısırdı yanaklarını. O kadar acele ediyordu ve o kadar heyecanlıydı ki’… Çok hızlı yürümesi soğuk yüzünden olabilirdi, ya içindeki garip heyecana ne demeliydi?Sanki uzun zamandır görüşmediği bir sevgiliyle ya da çok sevdiği bir dostu ile randevusu vardı. Kalp atışlarının sesini duyabiliyordu. Yağmur adımlarını hızlandırmıştı.
Kahveye geldiğinde sırılsıklamdı. Pencere kenarındaki masalardan biri yine boştu. Paltosunu çıkarıp oturdu. Sıcak havanın tenini yalaması yine gülümsetti onu. İçerideki birkaç balıkçı ona selam verdikten sonra dönüp muhabbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Önüne getirilen sıcak çaydan kocaman bir yudum aldı, damağının yanması hoşuna gitti. Dalgaların sesi yağmurun camlara vuran sesini bastırıyordu. Radyodan ara ara kulaklarına gelen türküye daldı uzun bir süre.
Kaç saat öyle oturduğunu ve kaç bardak çay içtiğini anımsamıyordu. Balıkçılar teker teker gitmişti. Kahveci, sobanın yanındaki eski bir koltuğun üzerinde uyukluyordu, izlemeye başladı. Alt dudağı sarkmış, gözleri yarı aralıktı. Yüzündeki çizgiler iyice derinleşmişti, arada bir başı önüne düşüyor sonra irkilip biraz toparlanıyor hemen adama bakıyordu. Adam paltosunu sandalyenin arkalığından aldı. Ayağa kalkar kalkmaz yaşlı kahveci de ayaklandı. Adam, her zaman olduğu gibi çay parasını masaya bıraktı. Tam kapıdan çıkacaktı ki kahveci seslendi:
-Beyim bir dakika.
-Evet, ne var?
Elindeki kağıdı uzattı. Göz göze geldiler, kahvecinin yüzündeki alaycı gülümsemeye bir anlam veremedi adam. Kağıdı aldı, cebine koydu, hiç okumadan atmalıydı denize. Kahveciye dönüp:
-Kim verdi bunu size?
-Geçen geldiğinizde siz verdiniz ya beyim...