Babası, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk başbakanıydı…

Öyle bir babaya…

Hiç 'sen' diyemedi…

Ömrü boyunca ya 'siz' dedi…

Ya da 'babacığım' diye seslendi…

Cumhuriyet'in ilanından üç yıl sonra dünyaya geldi…

Liseyi bitirdiğinde 17 yaşındaydı…

O tarihlerde babası…

Artık Türkiye'nin İkinci Cumhurbaşkanı'ydı…

Delikanlı oğluna sordu:

'Ne olmayı düşünüyorsun?'

Küçücük yaşta gözlük takan delikanlı bi'solukta cevap verdi:

'Fizikçi veya felsefeci olacağım…'

Babası, güngörmüş geçirmiş; hayatını savaş meydanlarında tüketmişti…

Oğluna şöyle dedi:

'Felsefeye ömür verilmez... Ama fizikçi olman iyi olur... Ben de küçüklüğümde, gençliğimde bilimle uğraşmak istemiştim…'

***

Babasının dediğini yaptı…

1947'de Ankara Üniversitesi'nin Fizik Bölümü'nden mezun oldu…

Kararlıydı; hayatını bilime adayacaktı…

Babası gibi siyaset bulaşmak aklından bile geçmiyordu…

Öyle de yaptı…

Amerika'ya gitti…

O zamanlar telefon filan hak getire…

Cumhurbaşkanı babası ile sık sık mektuplaşıyordu…

Babası O'na, 'Canım yavrum…' diye başlayan mektuplar yazıyor…

O'da babasına…

'Sevgili Babacağım…' diye başlayan özlem dolu satırlarla cevap veriyordu…

Günlerden bi'gün…

Gençlik işte; o delikanlı Amerika'da çok beğendiği…

1000 Dolarlık bir kürk yakalı paltoya içi gitmişti…

Almak istiyordu ama parası yetişmezdi ki…

Çıtlattı Cumhurbaşkanı babasına mektubunda ve ekledi:

'Alamayacağız derseniz, mağazaya bir şey borçlu değilim…'

Cumhurbaşkanı baba; tek cümle ile noktayı koydu:

'Olacak iş değil! O kadar doları bulamayız…'

***

Genç fizikçi, memleket hasretine dayanamadı…

1952'de 'fizik doktoru' unvanıyla vatanına döndü…

Ankara Üniversitesi'nde doçent oldu…

Bir kaç yıl sonra da evlendi…

***

Bir evlat, Cumhurbaşkanı babasını nasıl anlatır?

Şöyle anlatıyor; gözünüzün önüne getirmeye çalışın…

Türkiye'nin 1950'li yılları…

***

'Babama karşı çok saygılıydık... Babaannem dışında, annem dahil kimse ona (sen) demezdi… Evde de otoritesi vardı, öyle kolay yaklaşılmazdı... Eve geldiğinde koşup yanağından öptüğümüz hiç olmadı, ama O'nun bizi öptüğü oldu… Büyüdükçe giderek o da azaldı tabii...'

***

Genç fizikçi, giderek yurtdışında da tanınan bir bilim adamı oldu…

Evlendikten sonra yine ABD'ye gitti…

Döndükten sonra…

Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne dekan oldu…

Tekrar Amerika'ya gitti…

Döndüğünde ise artık ODTÜ Rektörü'ydü…

TÜBİTAK Başkanlığı da yaptı…

Babasını kaybettikten yedi yıl sonra…

12 Eylül 1980 Darbesi gelince…

Akademisyenliği bıraktı; siyasete balıklama daldı…

Öncülük etti; SODEP'i (Sosyal Demokrasi Partisi) kurdu…

Genel Başkan oldu…

Partisi ile Halkçı Parti'nin birleşmesinde de önemli rol oynadı…

Birleşmeden SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) doğmuştu…

Genel Başkan oldu; ilk seçimlerde…

İzmir Milletvekili unvanıyla TBMM'ye girdi…

Maya tutmuştu…

O'nun liderliğinde SHP, 1989 yerel seçimlerinde…

Yüzde 28,7 ile birinci parti konumuna yükseldi…

Ekim 1991'deki erken genel seçimlerde partisi SHP, üçüncü parti oldu…

DYP (Doğru Yol Partisi) ile SHP koalisyon hükümeti kurdu…

O fizik profesörü…

Artık Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı'ydı…

Partisinin 1992'deki Olağanüstü Kurultayı'nda…

Karşısına Deniz Baykal çıktı ama başarılı olmadı…

Bunun üzerine…

Baykal ve ekibi SHP'den ayrılarak…

80 Darbesi ile kapatılan CHP'yi yeniden açtı…

Bir buçuk ay Başbakanlık yaptı…

Demirel'in cumhurbaşkanı adaylığına destek verince…

Sol kesimin şimşeklerini üstüne çekti…

SHP ile CHP'nin birleştiği 1995'teki kurultayda…

CHP'nin 'Onursal Genel Başkanı' seçildi…

DYP-CHP koalisyon hükümetinin…

Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı oldu…

Takvimler 2001'i gösterdiğinde…

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın bazı uygulamalarına…

Tepki gösterdi ve CHP'den istifa etti…

Dünya kadar insan araya girdi ama bi'daha aktif siyasete dönmedi…

Yemin etmişti bi'kere…

Köşesine çekildi…

***

Hazırcevaplığı ile…

Alçak gönüllüğü ile…

Esprili kişiliği ile…

Siyasete bilim, zeka ve hoşgörü kattı…

Dünyanın en tanınmış fizikçilerinden biriydi…

Milli Şef'in oğluydu…

ODTÜ Rektörü'ydü…

Siyasi parti kurmuştu…

Başbakan Yardımcılığı yapmıştı…

Ama…

Meclis'e taksi ile gidip gelen bir halk adamıydı…

***

Esprileri muhteşemdi…

Mesela…

O'na bi'gün, 'Siyaset'e sıcak bakmıyordunuz; neden girdiniz?' diye sorarlar…

Müthiş bi'cevap verir:

'Ülkemi benden daha kötüleri yönetmesin diye!'

Mesela…

Seçmenlerden biri seçim otobüsünün önüne atılır ve…

O'na 'Ölürüm yoluna..' diye haykırır…

Adama ne cevap verdi dersiniz?

'Dur, ölme… Bir oy bir oydur…'

Mesela…

Kendisini sinema çıkışında yakalayan bir gazeteci sorar:
'Sizi bu sıralar sinema salonlarında göremiyoruz pek?'

Cevap, 10 numara beş yıldız:

'Tabii göremezsiniz, sinema salonları karanlık oluyor…'

Son mesela, hepsinden şahane…

Üstelik, bugünleri kenarından köşesinden hatırlatır gibi…

Günlerden bir gün…

Dönemin ABD Büyükelçisi…

Ortadoğu'daki birtakım girişimlerine destek sağlamak amacıyla…

Kendisinden randevu alır…

O sırada öykümüzün kahramanı Başbakan Yardımcısıdır…

Amerikalı diplomat O'nu ikna edemez…

Sesini sertleştirir; son sözü şu olur:

'Bir varil petrolün fiyatı ne kadar biliyor musunuz siz?'

Yanıtı duyunca morarır Amerikalı:

'Siz bir varil kanın fiyatını biliyor musunuz sayın büyükelçi?'

Görüşme orada biter...

***

Bugün…

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk başbakanı ve…

İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün oğlu…

Türk Siyaseti'nin en farklı siması Erdal İnönü'nün…

Aramızdan ayrılışının 12'inci yılı…

O'nu hep 'gülen yüzlü siyasetçi' olarak hatırlayacağız…

Keşke…

Bugün de 'siyasetin gülen yüzleri'nin sayısı çoğalsa…

Ne güzel olurdu di'mi?

Nokta…

Sonsöz: 'Her şeye sıkma canını ey gönül; ne bu dertler kalıcı ne de bu ömür! / Hz. Mevlana…'