Şu günlerde yaşadıklarımıza baktığımızda derin üzüntüler duyuyor insan:
PKK terörü, İŞİD, FETÖ operasyonları, güney sınırımızda ve ötesinde yaşananlar; Libya'da, Afganistan'da, Somali'de Mehmetçik…
Derken Doğu Akdeniz gerginliği; toplumsal sıkıntılar, belli bir kesimde gittikçe artan yoksulluk ve işsizlik, eğitim sorunları…
Ve ille de yakamıza yapışmış, bırakmayan gözü kör olası korona virüsü…
Vs. Vs.
Bütün bu sorunlar nasıl aşılabilir?
Yanıt net:
Ulusal Özgüvenle…
Kişisel özgüven sağlanmadan ulusal özgüvenin sağlanması elbette zor…
Kişinin kendine olan özgüveni, öncelikle başarının altın anahtarıdır.
Yeter ki insan kararlı olsun ve güvensin.
Taşı sıksa suyunu çıkarır, bundan emin olun.
Bize bu özgüveni kim ya da ne tür etkenler verir?
Çok şey söylenebilir kuşkusuz.
Ancak bunlardan biri de tarihimizdir.
Tarih; yani geçmişin binlerce yüzyıllık geçmişinden süzülüp gelen köklerimize ait bilgiler ve yaşananlar; bunların karşısında atalarımızın başardığı işler ve hatta yaptıkları yanlışlar…
Tarih büyük bir hazinedir bu yönden. Aynı zaman da yaman bir aynadır.
Ona baktığında hem kendini görebilirsin, hem de içinde yaşadığın toplumu.
Ve gelecek tasarımını bunun üzerine yapabilirsin.
Bugün 30 Ağustos…
Türkün ruhunun dirildiği, gururunun tavan yaptığı, göğsünü gere gere emperyalizmin saldırılarına karşı yurdunu nasıl kurtardığını anlatması gereken bir efsane…
Bundan daha güçlü toplumsal özgüven aşılayacak başka bir şey olabilir mi?
Bakalım o günlere şimdi birlikte; neler yaşanmış, bir nebze olsun anımsayalım:
Büyük taaruz öncesi Büyük Millet Meclisi'nde kimi milletvekilleri bağırıyor:
-'Ordumuz neden taarruz etmiyor? Niçin Gazi, ordunun başında değil?'
Sakarya Savaşı 1921 yılının Ağustos ayında gerçekleşmiş; ilerleyen düşman Polatlı'ya kadar gelmiş ve Türkler, tarihin en büyük savunma savaşını vererek, düşman güçlerini Sakarya'nın batısına atmayı başarabilmişti.
O günlerde ulusal savaşın odağı olmuş Büyük Millet Meclisi'nin Kayseri'ye ya da Sivas'a taşınmasını önerenler bile vardı.
Büyük bir telaş yaşanıyordu.
Moral bozucular, yüzünü asanlar, bir türlü memnun olmayanlar, ancak hep eleştirip, olan, başarılan işlere de tuz katmayı alışkanlık haline getirmiş ihtiras sahipleri her yerde konuşup duruyorlardı.
Cepheden çıkıp, top güllelerinin cehennemi patlama sesleri arasından çıkıp, meclise gelen Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, bu moral bozucuların olumsuz etkilerini ber taraf etmek için, uzun bir konuşma yaptı.
Ve bu konuşmasında şu cümleyi haykırarak söyledi:
-'İlerleyen düşman mezarına geliyor!'
Ölümler, çığlıklar; yaralılar, patlayan mavzerler ve kulakları yırtan topçu ateşi, süvarilerin at kişnemesi ve kılıç şakırdatmaları…
Ve buna eklenen yoksulluk, açlık; salgın hastalıklar, yıllarca süren savaştan geriye kalmış olan bezginlik ve yorgunluk…
Kağnılar ve yaylı at arabaları yüklenip, insanlar ailelerini güvenli yerlere göndermeye çalışırken, böyle bir anda Mustafa Kemal Paşa ise şunları söylüyordu:
-'Düşman geliyormuş, kim giderse gitsin. Tek başıma da kalsam, bir elime bayrağımı, öteki ele mavzerimi alır, Elmadağ'ının kayalıklarına çekilir, son kurşunum kalana kadar dövüşürüm. Belki düşüp yaralanırım… Ancak bu halde bile teslim olmam; gerekiyorsa son kurşunu beynime dayar ve gereğini yaparım'…
Vay babam vay; vay ki ne vay!
Bu bize neyi anımsatıyor hiç düşündünüz mü?
Ahlat üzerinden Malazgirt'e yönelerek, Romanes Diogeneos'un komutasındaki Bizans ordusunun üzerine yürüyen Sultan Alparslanı…
O da üstün Bizans gücüne karşı saldırıya geçmenin intihar olacağını söyleyenlere karşı buna benzer sözler söylemişti.
Şimdi düşünelim:
Önce olanaksızlıklar içinde Mustafa Kemal Atatürk başarısız oldu mu?
Hayır…
Hem de ne başarı elde etti.
Çürüyen Osmanlı siyasal düzeni dağılmıştı. O bir enkaz üzerinde hem bir ulusal kurtuluş savaşı verdi hem de ardından laik, çağdaş, yeni bir Türk Devleti kurdu…
Ulus ve yurttaş kimliğini geliştirerek, başarısını kalıcı kılmaya çalıştı.
Ya Alparslan?
O da Anadolu'yu Türk yurdu yaptı.
Otağ ve sürüleriyle doğudan gelen Türkmen Yörükler Anadolu yaylalarına dağılarak, oralarda yurtluk edindi.
Ya 30 Ağustos?
Büyük taarruz 26 Ağustos günü başladı.
Ve Sakarya savaşından tam bir yıl geçmiş; ordu ancak kendini toparlayabilmişti.
Mustafa Kemal Paşa, yarım hazırlıkla yapılan bir taarruz yapmaktansa, hiç yapmamanın daha doğru olacağını düşünüyordu.
Bu savaş başlamadan önce homurtular almış başını gitmiş, gizli mahfillerde muhalifler verip veriştiriyorlardı.
Ve Kocatepe'den atılan ilk endahttan sonra, Türk topçusu, piyadesi ve süvarileri harekete geçtiğinde artık Yunan mevzileri cayır cayır yanıyordu.
Tepeler alındı, göğüs göğüse muharebeler gerçekleşti.
Bir gün sonra Türk Ordusu Afyon'a girdiğinde, Mustafa Kemal Paşa'nın karargahı da bu kahraman kentimize taşınmıştı.
Bunu haber aldığında, ünlü muhaliflerden Kara Vasıf Bey; güya bu gelişmeyi küçümseyerek, Gazi'nin Afyon'a girdiğini söyleyenlere:
-'İngilizler'den izin alabilmiş mi bari?' diye alaycı gülüyordu.
Ne Afyon'u, ne Afyon'u, ne Uşak'ı?
30 Ağustos günü düşman, cephede kanatların daha hızlı hareket etmesiyle ve süvari kolordusunun da düşmanın çekiliş yollarını tıkaması, telgraf hatlarını kesmesi, ikmal yollarını kapatması; köprüleri ve demiryollarını dinamitleyerek havaya uçurmasıyla, bir çanak gibi Dumlupınar Ovası'nda toplanmıştı düşman.
Nereye kaçacağını, ne yapacağını bilmiyor; sıkıştığı bu daire içinde sağa sola kaçışıp duruyorlardı.
Önce Türk topçusu düşmanı dövmeye başladı.
Gök yere düşmüş, paramparça olmuş gibi ateş ve duman yığınları arasında düşman kuvvetleri, Türk süngüsünün hedefi olmuştu.
Bu gelişmeyi, atının üzerinde, elinde dürbünüyle Zafertepe'den izleyen Gazi, şahlanan atının üzerinde, önündeki boşluğa doğru şöyle haykırıyordu:
-'Hacı Anesti! Gel de ordularını kurtar!'
Hacı Anesti…
Yani Yunan Ordusu Başkumandanı…
İzmir'de bir teknenin içinde savaş yönettiğini sanan bir hayalperest…
Birkaç gün önce başkomutanlıktan alınmış, yerine Trikopis getirilmişti; bundan bile haberi yoktu…
O gün geç vakte kadar süren göğüs göğüse çarpışmalarda, binlerce düşman ölüsünün yanı sıra, binlerce de Mehmetçik, vatan toprağının üzerinde şehitlik onuruna ulaşmış yatıyorlardı.
Ertesi gün oldu:
Meydan muharebesinin verildiği alanda hala toz ve ateş dumanları yükseliyor; her taraftan barut ve kan kokusu insanın genzini yakıyordu.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, kurmay heyetiyle savaş meydanını geziyor.
Görüntüden o kadar etkileniyor ki; artık derin bir elem içindedir.
Önünde parçalanmış insan ölüleri, kandan çamur olmuş kutsal Anadolu toprağı, terk edilmiş toplar, tüfekler; sandıklar içinde cephane yığınları…
Arada bir ölmeyip kalan yaralıların iniltileri…
Yürümek istiyor.
Yanında Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve Asım Paşa vardır.
Ancak öylesine yoğun insan kıyımı yaşanmış ki an geliyor, basacak toprak parçası bulamıyor; düşman cesetlerine basarak ilerlemek zorunda kalıyor.
İçi bulanıyor.
Bir ara gözü bir Yunan bayrağına takılıyor.
Bayrak kana bulanmıştır ve çamurlar içindedir.
-'Bir milletin onuruyla oynanmaz. Kaldırın bayrağı, şu ilerdeki kırılmış top arabasının üzerine serin!' diyor.
Bir an gelip duruyorlar.
Bir an gelip duruyorlar.
Yanlarında bir kırık kağnı vardır.
Gazi, ani bir sıçrayışla kağnının üstüne çıkıyor; yine çevreyi gözlemektedir.
Ötekiler kağnının çevresinde sıralanmışlardır.
Kısa bir süre sonra, İsmet Paşa da yanına çıkıyor.
Ve Gazi, önündeki sahneye bakarak şu sözleri söylüyor:
-'Bu insanlık adına utanılacak bir sahnedir. Ama ne yapalım ki bizleri buna mecbur ettiler. Çünkü onlar birer caniydiler'.
Evet, onlar caniydiler.
Ne istemişlerdi köy kasaba kent demeden, insanlara katliamlar uygulamışlar; Türk'ün ayak izlerini Anadolu'dan kazıyıp atmak istemişlerdi!
Ancak Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizme karşı bağımsızlık bayrağını açmış ve başarmıştı.
Özgüveni tam yerindeydi.
Çünkü tarihi iyi biliyor, örneğin Silistre kahramanı Gazi Osman Paşa'yı kendine örnek alıyordu.
Bu büyük adamın Silistre'de Ruslar'a karşı direnişini, Türk ruhunun yeniden canlanışı olarak değerlendiriyordu.
Bu sözlerinin ardından Gazi, Asım Paşa'ya işaret ederek, bir kağıt kalem getirmesini istedi. Ve kağnıda, bir evrak çantasının üzerinde şu tarihi emrini yazdı:
-'Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!'
Bu tarihi emirle artık ordular, yel gibi İzmir'e doğru akacaklardı.
İzmir'e ilk ulaşan fatihe, Sakarya Savaşı'ndan sonra Buhara'dan getirilen Emir Timur'un İzmir'in alınışında kullandığı kılıcı ödül olarak vaat edilmişti.
Şimdi her Türk zabitinin gönlünde, İzmir'e ilk giren fatih olmak ve doğrudan Gazi'nin elinden Emir Timur'un kılıcını almak arzusu yanıp tutuşuyordu.
Bugün Büyük Zaferin 98. Yıldönümü'dür.
Atalarımız canları ve kanlarıyla dünyanın hayranlıkla izlediği bu büyük savaştan zaferle çıktığını görerek, umutsuzluk ve karamsarlık; öyle mi?
Hayır, hayır!
Böyle olumsuz duyguların tutsağı olamayız.
Türk'e durmak yakışmaz…
Hep çalışacağız, hep içimizde büyük ülküleri canlı tutacağız ve mutlaka Büyük Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkacağız.
Bu ülke bizden iş ve umut bekliyor; karamsar olmak hakkımız yoktur.