Halide Edip Adıvar'ı bilirsiniz:

'Ateşten Gömlek', 'Handan', 'Sinekli Bakkal' gibi kitaplarını daha lise yıllarında zevkle okurduk.

Bir de onu İzmir'in işgalinden bir hafta sonra İstanbul'da İzmir'in işgalini protesto etmek amacıyla İstanbul'da düzenlenen Sultanahmet Mitingi'ndeki ünlü konuşmasından biliyoruz.

Halide Edip Hanım ulusal savaş başladıktan sonra İstanbul'da duramadı. Pek çok aydın gibi o da kalktı tehlikeli bir yolculuk sonrasında Anadolu'ya geçti ve ulusal savaşa katıldı.

Onun gibi kimler yoktu ki Ankara'da?

Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Falih Rıfkı (Atay), Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve daha kimler kimler!

Halide Edip de artık onlarla birlikteydi. Kurtuluş Savaşı yıllarının zor koşullarında Anadolu'nun haklı davasını anlatmak için kurulan ve sonradan adı Anadolu Ajansı olarak değiştirilen Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi'nin kurulmasında önemli bir rol oynayacaktı. O ve onun gibi öteki yazar - çizer arkadaşları cephelere kadar giderek, hem askere moral veriyorlar hem de yazılarıyla ulusal savaşın haklı yönlerini dünyaya anlatıyorlardı.

Halide Edip Hanım, savaş günlerinde tanık olduklarını da not alıyor, günce tutuyordu. Günü geldiğinde ulusal savaşın en iç yakan öykülerini 'Türk'ün Ateşle İmtihanı' adlı anı kitabında topladı.

Evet, gerçekten de Türkler o büyük kalkışmada, yani ulusal savaşta büyük emperyalist güçlere karşı savaşırlarken aslında ateşle imtihan ediliyorlardı.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, ulusal savaşın hem ülke içinde hem de dışında kamuoyuna doğru olarak tanıtılmasına çok büyük önem veriyordu. Halide Edip Hanımın Anadolu savaşımına destek vermek ve eylemli olarak bu savaşta yer almak için gelişine çok sevindi. Onun kişiliğinde Türk kadınına bir misyon biçiyor; bir anlamda onu çağdaş kadınlığın bir rol modali olarak da görüyordu.

Bu nedenle Mustafa Kemal Paşa'nın istği üzerine Milli Müdafaa Vekaleti tarafından Halide Edip'e fahri olarak 'onbaşılık' rütbesi verildi.

Artık o, ulusal kurtuluş savaşının Halide Onbaşısıydı.

26 Ağustos 1922 günü, sabaha karşı Büyük Taarruz başladı. Halide Hanım da taarruzun başladığını haber alınca yerinde duramadı; türlü maceralı yolculukları göze alarak yollara döküldü. Yorgun argın bir

halde Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın karargahını Afyonkarahisar'da buldu.

O anda yanıp yıkılan Afyondaki hizbe yıkıntılardan hala dumanlar yükseliyordu.

Mustafa Kemal Paşa karşısında Halide Edip Hanımı görünce son derece mutlu oldu, neşelendi ve onu;

'Sefa geldiniz Hanımefendi' diyerek karşıladı.

Halide Edip Hanım büyük taarruzdaki cephelerdeki durumu ilk kez bu kadar yakından görüyordu. Türk saldırısı karşısında Yunan cephesinin tutunamadığına tanıklık ediyordu. O cepheye gittiğinde Afyon'dan Uşak'a doğru Yunan palikaryaları Türk askeri Mehmetçik karşısında perişan biçimde çekilişi başlamıştı. Bundan büyük mutluluk duydu ve o sevinçle Gazi'ye:

'Tebrikler paşam' dedi, 'Nihayet başardınız…'

Mustafa Kemal Paşa o anlarda o denli mutluydu ki neşeli espriler yaparak ve kahkahalar atarak Halide Edip'e latifeler yapıyordu:

'Evet, sonunda bu işi yaptık' dedi.

Bu sözler gerçekte, o zamana değin, ordunun neden taarruza kalkmadığını sorgulayan muhaliflere de verilmiş bir yanıttı.

Gazi Halide Edip Hanım'a yolculuğunun nasıl geçtiğini, nasıl buralara kadar geldiğini sordu. Halide Edip de karşılaştığı güçlükleri, yolları şaşırdıklarını, hatta bir ara Yunanlılar arasına düşme tehlikesi atlattıklarını anlattı.

Derken yemeğe geçildi.

Basit bir sofra: Sofranın başında Mustafa Kemal Paşa'nın yanında Fevzi ve İsmet Paşalar da var… Fevzi Paşa, Erkanı Harbiye Reisi, yani genelkurmay başkanı, İsmet Paşa da Batı Cephesi kumandanı…

Halide Hanım yemekte Gazi'ye çok yorulduğunu, artık İzmir'e girildikten sonra biraz dinlenmesini önerdi. Paşa bu sözleri duyunca ciddileşerek:

'Dinlenmek mi?' dedi…

Hayır, Gazi'ye göre asıl büyük didişme ve güçlükler bundan sonra başlayacaktı.

Geri kalmış bir yurt, savaşın getirdiği ağır yıkımlar ve içerde her türlü ilerlemeye engel türlü etkenler… Bu sorunlar çözülmeden ulusun geleceğinden nasıl emin olunabilirdi ki!

Halide Onbaşı orada kaldığı anlarda hep oraya buraya dağılmış cephane ve mühimmat yüklü kamyonlar görmekteydi; yine yorgun düşmüş atlar…

Perişan görüntüler içinde köylüler… Hele bir ara bunların en saf ve en tabii sevgileri karşısında o kadar şaşırmıştı ki! Böyle bir anda bir köylü koşarak gelmiş, onun eline sıcak bir somun sıkıştırıvermişti.

Anadolu insanı paylaşarak, sevincini çoğaltıyordu...

Ve Dumlupınar'a gelindi.

Hani o Yunan ordusunun sarılarak imha edildiği; top atışlarının, süvarilerinin at koşturmalarının ve piyadenin süngü takıp hücuma kalkmalarının tanığı olan Dumlupınar…

Dumlupınar sıradan bir köydü ve bu askeri hareket sırasında büyük oranda yanmıştı. Vadiler ve tepelerle çevrilmiş bir çanak gibiydi Dumlupınar.

Bütün bölgede siperler ve tel örgüler görülüyordu.

Mustafa Kemal Dumlupınar'da bir evde kalıyordu. Halide Edip gelince, bu evi o gece kalması için ona bıraktı ve kendisi bir sahra çadırına geçti.

Ertesi gün gözlemlerini sürdürdü. Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa onu bir vadiye sıkıştırılıp imha edilmiş bir Yunan tümeninin adeta kırıldığı yere götürdü. Burada derin vadilerde, dağların eteklerinde, adeta korkulu bir rüyayı anımsatan görüntülerle karşılaştı.

Terk edilmiş tüfekler ve cephane yığınları bütün vadide güneş altında parlıyordu.

Ve her tarafta çok sayıda ölmüş insan ve hayvan cesetleri.

Öyle ki, sahipsiz kalmış köpeklerin bu dehşet görüntüsü içinde ölmüş sahiplerini nasıl aradıklarına tanıklık etti. Hayvanlar bu kargaşalık yığınlar arasında sahiplerinin cesetlerini arıyorlardı. Bu görüntü Halide Hanımın içini yakarcasına onda derin etkiler yaptı.

O, bu hisler içindeyken yanında bulunan Nurettin Paşa eğilmiş kulağına şunları söylüyordu:

'Onbaşı, bu serseri köpekleri bırak da gel buradan bir tüfek seç!'

Derken dönüşe geçtiler. Yakılmış bir köyde Yunanlı tutsaklarla karşılaştılar.

Tutsak düşmüş askerlerin gözleri yakılan evlerden geriye kalan kül yığınlarının üzerindeydi. Bu kişilerin sırtları bir mezarlığın taşlarına dönüktü. Bu harabe gerçekte onların eseriydi; ancak yaptıkları bu yıkımdan şimdi onlar da ürküyordu.

Bir köye geldiklerinde, siyah cübbeli bir hocanın ellerini salladığını gördüler: Hocanın yanında genç bir yüzbaşı vardı ve yerde yatan bir cesedi gömmeye çalışıyorlardı. Nûrettin Paşa genç yüzbaşıya burada ne yaptığını sorduğunda o, ikiz kardeşinin cesedini aradığını ve sonunda bulduğunu söylüyor; ardından da ekliyordu:

'Anama ne diyeceğim. Onu çok severdi ve iki senedir de görmemişti…'

Nurettin Paşa ölen kardeşinin adını sordu genç yüzbaşıya:

'Yüzbaşı Celal' yanıtını aldı.

Nurettin Paşa eğildi, üzerine bir battaniye örtülmüş olan ceseti açtı. Şehit yüzbaşı, kardeşinin bir portresi gibiydi.

Üzerinde bir gömlekle bir dondan başka hiçbir şey yoktu. Ancak yüzünde kesin bir huzur işareti vardı.

Siyah kaşlarının orta yerinde büyük bir yara göze çarpıyordu.

Nurettin Paşa ölünün gömülmesine yardımcı oldu. Eline bizzat kazmayı alarak mezar kazdı. Sonra orada bulunan öteki kişilerle mübarek şehitin naşı mezara indirdi mezarın üzerine toprak atılırdı.

Nurettin Paşa, Halide Edip'e eğilerek mezara onun da bir avuç toprak atmasını istedi.

O arada hoca ellerini gökyüzüne açmış, Tanrı'ya mübarek şehidin taksiratını affetmesi ve onu cennetine kabul etmesi içinadua ediyordu.

Halide Edip de bu dua anında öteki kişilerle birlikte ellerini kaldırarak dua etti. Bu sırada içinden şunları söylüyordu:

'Ey Allah'ım, bütün insanlara, onların senin çocukların ve birbirlerinin kardeşi olduklarını öğretmen zamanı gelmedi mi?'

Geriye döndüklerinde Gazi'yi bir ahırın yanında kurulmuş çadırında buldular. Kadınlar Gazi'nin çevresin sarmışlar; kendilerini kirleten Yunanlılar'dan öçlerini almalarını istiyorlardı…

Derken başka bir köye geçtiler.

Köyde çadırlar kuruluyordu. İleride bir istasyonda kalabalık birikmişti. Büyük bir kamyon durdu; içinden birkaç esir çıktı. Halide Hanım bir çocuk sesi duydu. Bir Türk çavuşu, bir çocuğu kollarının arasına almış, sade bir babanın yapacağı gibi onu avutmaya çalışıyordu.

Az ötede bir Yunanlı kadının, kocası olan bir Yunan zabitine dayanmış olarak geldiğini gördü. Onlar gelirken, Türk askerleri ve subayları kenarlara çekildiler; ardından da onlara köyde bir oda verdiler.

Köylülerin bir saldırısına uğramasınlar diye odalarının önüne bir de nöbetçi konuldu.

Daha neler neler…

Nice ağır sahneler ve görüntüler…

Bunlara baktıkça insan içinde bir şeylerin koptuğunu ve derin üzüntülerin kabardığını duyumsuyor.

Ve şunu demekten de kendisini alamıyor:

'Bu yurt, hiç de kolay kazanılmadı…'

Ne mutlu onun değerini bilene ve ne mutlu bu yurt toprakları üzerinde soylu Türk ulusunun onurunu ve refahını yükseltmek için emek verenlere…