Düşünür Emil Michel Cioran'ın yazdığı ilk kitabı Umutsuzluğun Doruklarında hatırlattığı bazı problemler ölüm, yaşam içinde acı çekmek, bilinçsizlik, anlamsızlık, daimi umutsuzluk, melankoli, sonsuzluk, özlem, sefalet, değersizlik ve yorgunluktur. Bu durumlar ve kavramlar, Cioran'ın kendi sözleriyle, 'yaşamın bir anlamının olmadığını' düşündüren bilinç halleridir ve herkes bu hallerden kurtulmak, bu halleri unutmak ve 'yaşama tutunmak' için bir şeyler gerçekleştirmektedir. Varoluşçu yazarlardan alışkın olduğumuz ölüm düşüncesini, anlamsızlığı, yaşamın değeri meselesini, sonsuzluğu, mutsuzluğu ve umutsuzluğu sürekli olarak karşımıza çıkaran Emil Michel Cioran aslında yaşamı ve zorunlulukları da büyük bir problem olarak düşünmemizi istiyor gibidir. Kendi deyimiyle her şeye 'sırt çevirebilmenin' cesaretini de yer yer vurguladığını not ediyoruz:

'Neden bu dünyada bir şeyler yapmak gerektiğini, neden arkadaşlarımızın, özlemlerimizin, umutlarımızın, düşlerimizin olması gerektiğini hiç bilmiyorum. Dünyadan uzağa, gürültüsünü patırtısını, karmaşıklığını yaratan her şeyden uzaklara çekilmek bin kat daha iyi olmaz mıydı? O zaman kültürden de, hırslarımızdan da vazgeçerdik, karşılığında hiçbir şey elde etmeden her şeyi yitirirdik. Ama insan bu dünyadan ne elde edebilir ki? Kimileri için, hiçbir kazancın önemi yoktur, çünkü onların mutsuzluğunun, yalnızlığının çaresi yoktur.' (Cioran, 2024; 12)

Cioran, her ne kadar ölümün gerçekliğini ve bu gerçekliğin içimizde yarattığı güçsüzlük, çaresizlik, umutsuzluk, üzüntü, korku vb. gibi psikolojik durumları daimi olarak hatırlatsa da yaşama hayalini 'şen şakrak, çevresine neşe saçan, sorunsuz, takıntısız, sabah akşam güler yüzlü bir deli' (Cioran, 2024; 28), aklını yitirmiş bir kişi olmak istediğinden de seziyor gibiyiz. Cioran için bilinçli olma durumu, acı çekmenin merkezi gibidir. Onun için bilinçsizler, acı çekmezler, onlar, sınanmamıştır, boyun eğmişlerdir, bu dünyaya şaşkınlıkla gelmiş, şaşkınlık içinde yaşamış ve şaşkınlık içinde öleceklerdir. Bu yüzdendir ki Cioran, aklını yitirmiş bir 'yaşam heveslisi' olmak ister. Yaşama olan vezgeçilmez yönelimini yine Umutsuzluğun Doruklarında kitabında şu cümleyle ifade ediyor:

'Evrende bir hiç olduğuma inanıyorum inanmasına ama varlığımın tek gerçek varlık olduğunu duyumsuyorum. Üstüne üstlük, dünyanın varlığıyla kendiminki arasında bir seçim yapmak zorunda kalsam, seve seve tüm ışıklarıyla, tüm yasalarıyla ilkini eleyip, hiçlikte tek başıma süzülürdüm. Yaşam benim için bir işkence ama ondan vazgeçemem, çünkü kendimi uğruna kurban edebileceğim mutlak değerlere inanmıyorum. İçtenlikle söylemem gerekirse, ne neden yaşadığımı biliyorum, ne de neden yaşamaktan vazgeçmediğimi. Büyük olasılıkla, bunların yanıtı yaşamın bir neden olmaksızın sürmesini sağlayan akıl dışılığında yatıyor.' (Cioran, 2024; 44)

Daimi acı çekenlere olan içten hassaslığımızı ve empatimizi bir saniyeliğine boşluğa bırakırsak yaşam, ölmekten daha iyidir ve daha güzeldir. Şöyle diyelim, yaşam, ölümden daha tercih edilir bir deneyimdir. Bunu günlük yaşamımızda da gözlemlememiz mümkün. Yaşayanlar, yaşamlarına son verenlerden daha fazladır. Psikoterapist Viktor Frankl'ın ruhsal acıyla kıvranan hastalarına neden intihar etmediklerini sorduğunu biliyoruz. Bu sorunun cevabı basit değil mi? İnsan, yaşamı hayal eden, zihninde umut da barındıran bir canlıdır. Hastalıklar, savaşlar, zorbalıklar, zorunluluklar, bıkkınlıklar, ilişkiler vb. durumlar dışında bizi hayattan bezdiren, 'kurulu düzenin' yaşama hakkımızı elimizden alması, yalnızlığımıza engel olması ve en kötüsü de hareket etme özgürlüğümüze el koymasıdır; sıkışık yaşamlar, küçücük çocukların ölüm haberlerinin her sabah karşımıza çıkması, arada sırada karşımıza çıkan 'iyi' haberlerle ve görüntülerle idare etmek zorunda kalışımız, kendimizi, 'gerçek kendimizi' özlememiz ve sevgisizliğin, gücün altında ezilmemizdir. Emil Michel Cioran'ın Umutsuzluğun Dorunlarında yazdıklarına geri dönersek 'yıkıntıların karşısında olduğu gibi, sefalet karşısında da insanlığın eksikliğine yanıyor, insanların aslında değiştirebilecekleri şeyleri değiştirmemelerine üzülüyoruz.' (Cioran, 2024; 114).

Özetle, geçen haftalarda katıldığım bir felsefe seminerinde konuşmacı, yanlış hatırlamıyorsam Jean-Paul Sartre için 'hayatı boyunca kelimelerle kavga etmiştir.' demişti. Başka bir konuşmacı ise Nietzsche için 'düşündüğünüz gibi üstün bir insan yoktur onun aklında; bana basit, bilinçsiz, düşünemeyen, boyun eğmiş, kötü insanları sevmemeyi öğretmiştir kendisi.' diye eklemişti. Ölmeye yakın insanların hastanelerde nasıl karşılandığını düşünelim. Doktorların, ölüme yakın kişilere son zamanlarını diledikleri şekilde, mutlu ve acısız bir biçimde geçirmeyi önerdiklerini hatırlayalım. Bu durumda asıl soru şu olmalı: Bu önerileri neden yaşayanlara uygulamıyoruz? Hepimiz, her an ölmeyi bekleyen canlılar değil miyiz? Nefretimiz belli ki, yaşayanlara. 'Ölüm üzüntüsünden başka üzüntü var mı?' diye soruyor Emil Michel Cioran. Var, Michel, var. Bunun adı, yaşam üzüntüsü. Değiştirebileceğimiz fakat değiştirmediğimiz yaşamın üzüntüsü. Kelimelerle ve hareketlerimizle barışı, huzuru, mutluluğu, özgürlüğü inşa etmek yerine, bezdirilmiş bir insan sürüsü yaratma inadı.

*Kaynak: Emil Michel Cioran, Umutsuzluğun Doruklarında (Jaguar Yayınları, 2024)