Alfred Adler'in çeşitli vakaları, sunulan raporlarla incelediği Çocuklukta Yaşamsal Sorunlar kitabını okurken aklıma kendi çocukluk yıllarım geldi. Örneğin anaokuluna giderken hep korkardım ve bu korku, okulda durduğum saatler boyunca devam ederdi. Öyle ki birkaç tane anaokulu değiştirdiğimi hatırlıyorum fakat bir türlü geçmiyordu bu duygular. Hatta bir gün anaokulunda dersten kaçmak için top havuzunun içine saklanmıştım. Şansıma çocuğun bir tanesinin top havuzuna atlayacağı tuttu ve tam mideme isabet etti. Nefessiz kalarak dışarı çıkmak zorunda kaldım ve derse gittim. Hissetiğim korku ve anksiyete duygusu ilkokulun bir kısmında da devam etti. Ayaklarım her zaman geri geri gitti okula giderken. Nedenini anlayamadığım bir huzursuzluk vardı her zaman. Bu korku, anksiyete ve tedirginlik duyguları evin içinde de devam etti. Bende agorafobi dediğimiz ki sanıyorum zamanla anlamı genişletilerek dışarıfobisi olmaya da başlayan bir problem mi vardı bilmiyorum. Zamanla iyi arkadaşlıklar kurarak, gülerek, eğlenerek, güzel ve sevdiğim kız arkadaşlara sahip oldukça geçti bu his. Belki de bastırıldı demem daha doğru bir yorum olacak çünkü zamanla beni tedirgin etmeye devam etti bu duygular. Sartre diyor ya 'cehennem başkalarıdır.' diye, cehennem istemediğimiz şeyleri yapmaktır, cehennem burasıdır, birazdan örnekte vereceğim gibi.

Çocuklukta Yaşamsal Sorunlar kitabının eski bir metin olduğunun farkındayım. Psikoloji ve psikiyatri bu kitabın üzerine çok şey koymuştur fakat çocukken hissettiğim bu duygu durumlarını 1920'lerde Alfred Adler'e sunsalar ve Adler'in beni inceleme şansı olsa, Çocuklukta Yaşamsal Sorunlar kitabı üzerinden değerlendiriyorum, organik bir problem olmadığı sürece beni toplumsallaşamamış, büyümek istemeyen veya bu duyguları öne sürerek çevremdekileri elimde tutmaya yani dikkat çekmeye çalışan bir çocuk olduğumu söyleyecekti. Ne de olsa hissettiğim duyguların organik bir nedeni yoksa psikolojik bir sebebi var olacaktı. Bu nedenlerin en başında da başarısızlık kaygısı, diğerleriyle yarışma korkusu, dikkat çekerek gücü elinde bulundurma çabası gelecekti. Bana daha cesur olmam önerilecekti vs. Kimilerinde bu ilgi odağı olma isteğinin var olduğunu ben de gözlemliyorum. Yaşları kaç olursa olsun hep sevilmek, hep göz önünde olmak isterler. Bu kişilerin kendileriyle ve diğerleriyle bitmek bilmeyen bir uğraşları olduğunu düşünürüm hep hatta bazılarında minör davranışlar vardır. Örneğin bir diğerine somurtarak cevaplar veren veya her şeyi olabildiğince eleştiren kişiler vardır. Bu kişiler bazen ortada hiçbir sebep yokken hasta bile olurlar. Aslında Adler'in bahssettiği tespitler bu kişilerden kaynaklanıyor fakat daha ciddi bir durum yok mu ortada? Bu durum da 'olmak' ve 'yapmak' zorunluluğu değil mi? Ve bu zorunlulukların insanı korkuya, endişeye, anksiyeteye, yılgınlık ve bıkkınlığa sürüklemesi değil mi? Birkaç örnek vereyim.

Geçenlerde kırklı yaşlarında ve 10 seneyi aşkın zamandır bankacı olan eski bir tanıdığımla sabahın çok erken saatlerinde sokakta karşılaştım. Spor kıyafetlerini giymiş. Sabah 05:30 civarı. Bana 'artık dayanamadığını, her gün aynı şeyleri yapmaktan bıktığını, kaç senedir aynı koltukta oturduğunu' söyledi ve bu durumun kendisini 'endişelendirdiğini, artık kendisi için bir şeyler yapması gerektiğini' söyledi. Aynı şekilde başka bir bankada yönetici olarak çalışan bir tanıdığım '3000 kişiyi koca bir binaya tıktıklarını, 15 dakika izin verdiklerini' ki 'aşağıya inmenin yaklaşık 5-10 dakika aldığını ve artık penguen gibi giyinmekten bıkkınlık geldiğini, mail gelince tedirgin' olduğunu belirterek 'daha fazla dayanamayacağını' söyledi. Bu durumları fark etmesine sevindiğimi söyledim çünkü böyle böyle düzelmeyecek mi içinde yaşadığımız düzen? Aynı şekilde bir dükkanda çalışmış eski bir tanıdığım 'haftanın 6 günü, günde 10 saat çalıştığını' ve 'yalnızca pazar günlerinin izinli olduğunu' söylerek çalıştığı yerin 'bir CEHENNEM' olduğunu söyledi. Bunlar gibi çok fazla örnek var. Geçen günlerde karşıma çıkan bir haberde insanlığın %73'ü kadarının istemediği işi yaptığı yazıyordu. Bu durum insanları mutsuzluğa, umutsuzluğa, tedirginliğe, korkuya ve anksiyeteye itmesin de ne yapsın? Bu insanlar büyüyememiş bebek gibi mi yaşıyorlar? Olgunlaşmanın göstergesi bu kadar saatler, yılgın durumda ve yıllarca çalışıp insanın kendisine yılın, şanslıysa, bir ayı izin vermesini kabul etmesi midir?

Demem o ki düzen bir şekilde ayıklamayı bilmelidir. Bu ayıklama sayesinde sistem, her bireyi bir özne ve kendisine özel olarak ele alıp etik, ahlaklı ve eşit bir biçimde hayatını düzenlemesine yardım etmelidir. Kişilerin bu çerçevede mutlu ve sağlıklı olmaları en önemli koşullardan iki tanesi olmalıdır. İnsanın başında zaten ölüm gibi, mutsuzluk gibi bir bela varken bir de düzenin üzerine, yazının başında belirttiğim 'olmak ve yapmak' zorunluluğunu yüklemek psikolojimizin daha da kötüleşmesine neden olacağını sanıyorum. Yaklaşık 300 milyon insanın hatta genç kesimde %31'lere kadar yükselmiş anksiyete duygusunun direkt olarak yaşam koşullarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu durumda da devletlerin, yönetimlerin- artık her ne ise- insanların boş ve mutlu zaman geçirecekleri ortamları yaratması, iş-hayat dengesi dediğimiz kavramın içinin doldurulması ve paranın olabildiğince eşit dağıtılması gerektiği kanısındayım. Korku, anksiyete, tedirginlik, bıkkınlık, yılgınlık gibi duygulara organik nedenler dışında içinde yaşadığımız ortamın da etken olduğunu kim bilmiyor artık? Halkın ve bireylerin mutluluğu üzerine çalışmalar yapılması gerektiğini düşünüyorum.