Logoterapi'nin kurucusu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Auschwitz dahil toplam dört farklı toplama kampından sağ olarak çıkan psikoterapist Viktor Frankl, günümüz Türkiye'sinde yaşayan bir vatandaş olsa ne düşünürdü? Bu soruyu 21. yüzyılda, 2024 senesinde sormak trajik hatta Frankl'ın meşhur kitabı İnsanın Anlam Arayışı'nın ilk bölümündeki Toplama Kampı Deneyimleri bölümünü okurken içinde yaşadığımız düzenin akla gelmesi ise korkunç. Kitabın çok satanlar listesine girmesini 'çağımızın sefaleti' olarak değerlendiren Viktor Frankl, kitabın halen başucumuzda bulunmasını nasıl değerlendirirdi? Bazı kimselere benzetme ağır, abartılı ve yanlış gelebilir. İkinci Dünya Savaşı dönemini ve yaşanılanları şimdiyle bir tutmak imkansız. Yalnız Toplama Kampı Deneyimleri kısmını okurken aklıma kendi ülkemin gelmesi acınası bir durumdu. Günümüzde canımızı alamıyorlar. Bunun yerine canımızdan bezdiriyorlar, yaşama hevesimizi elimizden alıyorlar, hayal kuramaz, anlam yaratamaz olduk. Bunların yerini, tıpkı toplama kamplarındaki gibi ekmek ve çorba için çalışmak veya sanki Sanayi Devrimi'nin başındaymışız gibi uzun saatler yine bir hiç uğruna, tek bir kişi ve çevresi daha fazla zengin olsun diye zamanımızı ve emeğimizi verme zorunluğu aldı. Bu durumun yarattığı psikolojik çöküntüyü anlamak için Logoterapi'yi kısaca açıklamakta fayda var.

Logoterapi, Viktor Frankl'ın kendi sözleriyle, 'insanın yaşamında anlam bulma çabası'nı temel motivasyon olarak görür. Anlam, felsefi olarak başlı başlına karmaşık, üzerine düşünülmesi gereken bir kavram olsa da Frankl bu kelimeyi bir amaç, uğruna yaşanacak bir ihtiyaç, değer, motivasyon, içi doldurulabilecek bir hayal vb. anlamlarda kullanıyor gibi gözüküyor. Bu neticede anlam istenci varoluşsal boşluğun, ümitsizliğin, bıkkınlığın yerini alarak insan psikolojisini motivasyonda tutuyor ve kişiyi hayata bağlıyor. Kısaca kişinin anlamdan uzaklaşması içsel gerilime yol açıyor ve kendi derinliklerinde, belki farkında bile olmayarak özlem duyduğu şeylerden uzaklaşmasına sebep vererek krize neden oluyor. Özellikle kapitalizmin yarattığı para değeri yani parayı olduğundan fazla değerli kılma yönelimi insanlarda sahte değerlere yol açmakta. Aslında benim, çalışmayla ilgili bir problemim yok. Yalnızca kısa çalışma saatleri, huzurlu ve insanı hırstan uzak tutan bir düzen, bireysellik ve kişisel mutluluk gibi hakların öncelikle kavranması ve hayata geçirilmesi şart. Bu hakların ahlaklı, etik ve olabildiğince eşit olması da hem huzur hem de sağlık için gerekli. Olması gereken bu olsa da içinde yaşadığımız düzeni savunanlar var. Kimileri para için yaşar ve tek hayalleri para kazanmaktır, genelde paradan ve işten başka bir şey konuşamazsınız bu kişilerle. Daha çok, daha çok, daha çok haz isterler! Hatta bizi olabildiğince eleştirirler ve dışlayacak kadar ileri gidebilirler. Aslında bu, eleştirilecek bir durum değil. Oyunu oynayanı değil, oyunu yaratını eleştirmek gerekir değil mi? Peki oyunu bizler yaratmadık mı? Paradoks buradadır. İnsan, bir kez daha kendi yarattığı kavramın kölesi olmuştur. Viktor Frankl'ın verdiği bir araştırmayı hatırlatalım.

Johns Hopkins Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmada 7 bin 948 öğrencinin yüzde 78'i, hayatlarında bir anlam olmasını paraya tercih ettiklerini söylemiş. Fransa'da yapılan daha kapsamlı bir araştırmada ise bu oran yüzde 89. Bu çalışmalar Türkiye'de yapılsa sonuç ne çıkar merak ediyorum. Gerçi ben kendi ülkemden şüpheliyim. Ne de olsa aç kalmamak için çalışmak ahlaklı ve doğru olarak yer etmiş insanımızın aklında. Çoğunluğu ucu ucuna geçinen sınıfların sendromu değil midir bu? Şaka bir yana, anlam istenci paradan daha değerli. Bunu ne zaman ve nasıl anlarız bilmiyorum. Yeter ki dürüst olalım kendimize. Başka bir yaşam, güzel ve keyifli bir Dünya yaratmak mümkün!

Şimdi sevgili vatandaşın biri çıkıp der ki 'iş var çalışan yok!'. Var kardeşim var. İş var. Pastanenin biri gececi arıyor. Haftada 6 gece. Gecesi 500 lira! İş var. İnsan kaynaklarından arıyorlar, eğitimi tam bir insana haftanın 6 günü, günde 10 buçuk saat çalışıp, asgari ücret teklif ediyorlar. İş de ağır iş. Bir de o kadar bonkörler ki günlük 82 lira da yemek parası veriyorlar! Şimdi bu sevgili vatandaş diyecek ki 'e sen de doğru bir iş bul!'. Bu sevgili vatandaşın kesin vardır bir doğru işte çalışanı. Doğru işi de sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Türkiye'nin yüzde kaçı düzgün şartlarda çalışma fırsatı elde ediyor? Her dört gençten bir tanesi, şimdilerde Ev Genci diye isimlendirmişler, ne eğitimde ne de istihdamda. Gençlerde çalışma motivasyonu yok. Bu doğal. Çalışmak ne kazandıracak? Peki iş verenler bu teklifleri verme cesaretini nasıl buluyorlar? Cevap basit: Denetim yok! Ali Nesin bir yayında harika bir cümle kuruyor: 'Devlet, vatandaşı kendisinden korur, bizimki ise kendini vatandaştan koruyor!'. Ülkemiz, kendi elinde bulundurduğu cevherin farkında mı bilmiyorum. Ülke özgür bıraksa kendi vatandaşını, daha doğrusu vatandaş kendini özgür bırakmayı öğrense kim bilir hem kendine hem Dünya'ya neler katacak. Geçenlerde trajik bir espri çıktı karşıma:

'Artık gençler Türkiye'de bir karar vermek zorunda, ya üniversite bitirip asgari ücretle çalışacaklar ya da üniversite okumayıp asgari ücretle çalışacaklar!'

Kaynağını hatırlamadığım bir yazıda, son yıllarda ülkemizde 2 milyon gencin okumayı bıraktığı ve bunun bir rekor olduğu yazıyordu. Okuyup da ne yapacak gençler? Okuduğumuzu, eğitimli olduğumuzu söylemekten utanır hale geldik. Dünya'ya örnek insanlar, akademisyenler, sanatçılar, düşünürler yetiştireceğimize şirketlere, kendisine ufak bir oda bile tutamayacak nesiller yetiştirmenin peşindeyiz biz. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız Hükümeti'nin düşünürlere yazmaları için maddi ve manevi destekte bulunduğunu okumuştum. Desteksiz bir ülkede anlamı nerede bulacak bu çocuklar? Nasıl hayal kuracaklar? Hapishanede gibi yaşıyoruz, farkında mıyız? Bireysel özgürlüğümüzü kazanmadan, zamanımızı sakince, kendimize ve gerekirse diğerlerine ayırmadan nasıl anlam yaratacağız? SS komutanlarının bir el işaretiyle karar verdikleri 'ölüme ya da çalışmaya' gönderilen insanlar gibiyiz. Kapo'lar da başımızda. Yani bu komutanları destekleyen tutsaklar! İşini kaybeden bir arkadaşım ki çalıştığı yerden verdikleri parayla da geçinemiyordu zaten, 'şu an ölsem umrumda olmaz.' dedi bana sakince. İnsan, bu düzenin devam etmesinden daha mı değersiz? 'Adaletsizlik' diyor Viktor Frankl, yapılan katliamın yanında beni sinirlendiren şeylerdendi! Bu ıstıraptan kurtulmamızın başlangıcı bu düzenin, bu sistemin yanlış işlediğini kavramak ve herkese anlatmak değil mi?

Viktor Frankl'ın da dediği gibi 'Dünya kötü durumdadır ve her birimiz elimizden gelenin en iyisini yapmazsak daha da kötüsü olacaktır.'. Bireyselliğimizi, düzene karşı özgür olma ihtiyacımızı, refah ve güvenli yaşama hakkımızı, daha değerli konulara yönelmemiz gerektiğini tüm inancımızla belli etmezsek işimiz zor. Bunun yolu da, her ne kadar siyaset felsefesinde demokrasinin eleştirisi yapılsa da demokrasinin kendisinden başlayacağını fakat yalnızca çoğunluğun değil, bireylere kadar indirilmiş bir haklar bütününden geçebileceğini düşünmemiz gerek. Dünya'nın başına gelmiş en iyi yönetmenlerden Ingmar Bergman'ın dediği gibi belki de 'utanç' kurtaracak bizi. Kaldıysa tabii.

*Bu yazıda, Okuyan Us Yayınevi'nin 2024 yılında bastığı, Viktor Frankl'ın İnsanın Anlam Arayışı kitabından faydalanılmıştır.