Malum sebeplerden ötürü yıllarca, gönül ve sevgi bağıyla, sporun erdemleri üzerinden, beyaz camdan iletişim kurduğumuz sevgili sporseverlerden ayrıyız. Sporu da sadece arena kültüründen ibaret saymadığımız ve dış dünyadan soyutlanmadan, ancak kent ölçeğinden başlayarak, bölge ve ülke sporu olarak kendi değerlerimizi dışlamadan algıladığımız da malumdur.

Madem ayrıyız, hiç olmazsa biraz dünya spor kamuoyunun gündemindeki konulardan söz edelim. Arda Turan'a umre yolunda başarılar dileyip 'Allah kabul etsin' derken, dünya spor olayları ve bunların, ülkesel ve kentsel izdüşümleri üzerine söyleşelim.

Başlıyoruz… NBA'de son şampiyon malumun ilanı bir final serisinin ardından Golden State oldu. İstanbul'da Dünya Şampiyonası'nda karşılıklı oynama şerefine nail olduğumuz Kevin Durant ise seri boyunca bir çok rekoru paramparça eden Le Bron'a üstünlük sağlayıp MVP seçildi. Kupa töreninden önce, onca gergin maçlar çıkaran, iki süper yıldızın içten kucaklaşmasına tanık olduk. Diğerleri de öyleydi. Herkes birbirine gurbetten gelmiş akraba gibi sımsıkı sarılıyordu. Bir kız futbol takımının şampiyonluk kupasını bile sahada veremediğimiz ülkemizde, bu kültürü edinmek (kazanını kutlamak, yitireni teselli etmek) gerçeği, bir kez daha tüm spor paydaşlarımızın önüne seriliyordu.

Ne var ki 'yok artık' söylemiyle dilimize de yerleşen James'in rekorlarını tarihe gömdüğü Magic Johnson'ın döneminde ki basketboldan eser yoktu. Son maç 129-120 bitti. Öyle ki All Star maçlarında görmeye aşkın olduğumuz 132-113, hatta 137-116'lık skorları içeren final serisi Warriors'ın tüm play off'lar boyunca bir kez finalist rakibine takıldığı bir sayı atma yarışı ve bir başka süper yıldız Steph'in bile figürasyona yöneldiği bir 'one man show' a dönmüştü.

Bırakın savunmayı, yıldız takım oyuncularının bile unuttuklarında coachlarından fırçayı yedikleri box out bile artık gereksiz görülüyordu. Le Bron, yaşının gereği mi, maç boyunca dinlemediğinden mi, önünden smaç atıp topu adeta ağzına sokan bir başka ihtiyar Igadala'yı smaç yarışması seyreder gibi seyrederken, belli ki bir sonraki pozisyonu, atacağı sayıyı ve takım arkadaşlarına bir pas dahi vermeden gideceği smaç ya da turnikeyi ya da boş bulursa atacağı üçlüğü düşünüyordu.

Milenyumun hemen başında Esat Yılmaer, o zamanlar Mirsad'ın yer aldığı NBA yıldızlarından Detroit Pistons'ın süper starı Grant Hill ile Hürriyet için yaptığı röportajda Hill'in ''Seyirci, NBA maçlarına bol sayı görmeye geliyor. Ancak coachlar için öncelikli hedef kazanmak. Savunmalar arttıkça seyirci sayısı azalıyor'' yorumunu okuyucularına aktarıyordu.

Yıllar geçtikçe NBA patronları Hill'in bu arzusunu değerlendirip basketbol sanayilerini bir maçta neredeyse 250 sayılık yeni bir boyuta, adeta bir sirk gösterisine dönüştürürken, bizim kuşak eskileri arıyordu. Chamberlain ve Russel'ın ardından yetiştiğimiz Abdülcabbar'ın sky hooke'larını, Larry Bird'ü, Mc Hale'i, ona lakabını veren Magic Johnson'ın sihirli asistleri ve sayılarını, daha sonra Jordan – Pippen ve Kukoç'un triangle offense'nı, alın terini ve Jordan-Pippen ikilisine 'deli' Rodman'ın da katılıdığı meşhur savunmasıyla Chicago'yu 6 kez şampiyonluğa götürmesini, efsane Shaq'ı, Duncan, Robinson'ın buraya sığdıramadığımız gibi nicelerini ve son dönemde uğurladığımız Kobe'yi özlüyorduk 249 sayılık finali izlerken…

Yılmaer'e 17 yıl önce bu röportajı veren Hill'in formasını giydiği NBA'in 'kötü çocukları' yani, 27 yıl önceki Chuck Daly'nin 'Bad Boys' u sadece İsiah Thomas skorerliğinde salt savunmayla şampiyonluğa giderken, herkese parmak ısırtmıştı. Pistons'ın yazdığı NBA savunma destanı da hala bizim kuşağın belleğindedir, biliyorum. Belki de 249 sayılık final 2009'da yitirdiğimiz Daly'nin de kemiklerini sızlatmıştır.

Gelelim NBA finalinin izdüşümüne. Bu belki bir tartışma konusu ama, bana göre FIBA basketbolu daha zevkli. En azından sahada oynanan bir satranç var, savunmada dökülen bir ter emek, sayıya gitmek, ya da gideni durdurmak için bir strateji var. Basketbolun temel felsefesi savunmaya gösterilen bir saygı var. Ve dikkat çekici bir gelişme ilk kez NBA finaline damga vuran bir Avrupalı yok. Neden? Avrupalı yıldızlar da bu sirkin içinde yer almaktansa kendi çöplüğünde ötüyor artık.

Fenerbahçe'nin taçlandırdığı Euroleague dörtlü finalindeki mücadelenin (Türk basketbolcuları figüran olsa da) tadı hala damağımızda. Fenerbahçe – Beşiktaş finali de dünyaca ünlü yıldızları içermese de de bir alın teri ve emeğin ürünü.

Hele Karşıyaka'da küllerinden doğan Milli Takım Head Coach'u Ufuk Sarıca ve İzmirli, Karşıyakalı kurmayları Engin Gençoğlu ve Arda Demirbağ işin içinde olunca bir başka heyecan geliyor finale…

Pınar Karşıyaka'nın kıymetini bilelim. Öz çocuklarıyla 87'yi yaratan yeşil kırmızılı armada da yeniden öz evlatları görmeyi dileyelim. Karşıyaka'yı Karşıyakalılar'a emanet etmekten korkmayalım. Menajerlerin değil Karşıyaka'nın takımı olalım. Bu arada Federasyonumuzun da şampiyonlukların büyüsüne kendisini kaptırmadan biraz da Türk çocuklarına forma vermenin yollarını araştırmasını bekleyelim.

Haaaa. Göztepe ile birlikte bir Süper Lig takımımız daha var artık.

Kim mi? Tabii ki Bornova Becker…

Volkan Kebir ve arkadaşlarına da maddi manevi destek olalım. Bornova'daki maçlarına gidelim. Yeni bir İzmir markası daha yaratalım. Ceyhun Yıldızoğlu gibi bir ustayla anlaşıp yeni ufuklara yelken açan bu İzmir markasının WNBA yıldızlarıyla kapışmasını keyifle izleyelim.

Bu günlük bu kadar. Sportif izdüşümler sürecek. Bizden ayrılmayın!