Bugün Pazar…
Hiç bitmeyen sevgi ve saygıyla…
Atatürk'ü bu köşede anma ve hatırlama günü…
Bir kez daha…
Az bilinen yaşanmış bir öyküyü paylaşalım…
Bunu yaparken de…
Bu anıyı anlatarak bugünlere taşıyanları ve…
Ulu Önder'in özel yanlarını…
'Atatürk'ün Sofrası' başlığı ile kitaplaştıran…
İsmet Bozdağ'ı…
Saygıyla analım…
***
Okumaya başladığınız…
Sizi biraz da bıyık altından gülümsetecek olay…
1935'in Ağustos'unda yaşanıyor…
Yani…
Atatürk'ü kaybettiğimiz günden 3 yıl iki ay önce…
***
Dolmabahçe Sarayı'ndan sıkılıyordu…
O gün sofraya kimseyi çağırmamıştı…
Yalnızdı…
Tek başına denize karşı sofra kurdurdu…
Biraz sonra…
Saray'dan sessizce sıvışıp…
Halkın arasına karışmayı kafasından geçirdi…
İyi de, üstünde tek delikli kuruş yoktu…
Tek başına sokağa çıkmak için para gerekiyordu…
Gel gör ki…
Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürdüğü günlerde…
Yanında hiç para taşımazdı…
Nereye, ne kadar ödeme yapılacaksa…
Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak hemen elini cebine atardı…
O yoksa…
Yaverler anında hesabı kapatırlardı…
Gelgelelim…
O gün, aksi gibi…
Başyaver sarayda değildi; genel sekreter de Avrupa'daydı…
'Hay aksi…' diye geçirdi içinden…
Etrafına baktı…
Şu şansa bak!
En genç yaver Celal Üner kendisine doğru geliyordu…
Hemen yolunu kesti; planını devreye soktu:
'Bana biraz bozuk para bırakın… Hizmet eden çocukları sevindirmek istiyorum…'
Az sonra…
Yaver Celal, bir liralık, iki buçuk liralık, beş liralık ve 10 liralık…
Bir sürü para getirdi…
Yaver yanından ayrılınca…
Atatürk, paraları cebine doldurdu…
Üstüne ince bir ceket aldı, ağaçlı yola açılan kapıya doğru yürüdü…
Kapının yanında nöbetçi polis vardı…
Dolaşıyormuş gibi yaparak caddeye çıktı…
Sonra?
Yanından geçen bir taksiyi çevirdi, atladı ve gözden kayboldu…
***
Yarım saat sonra…
Gazi'nin firarı ortaya çıktı…
Dolmabahçe'de alarm zilleri çalıyor…
Telefonlar susmak bilmiyordu…
Ancak…
Atatürk çoktan ortadan kaybolmayı başarmıştı…
***
Taksi, Boğaz istikametinde yol aldığı için…
Ulu Önder'i iyi tanıyanlar, Sarıyer'e doğru rota tuttuğunu anladılar…
Görevlileri o tarafa yolladılar…
Oysa Atatürk…
Zekice bir plan yapmış ve taksiyi Akaretler'den yukarıya çevirmiş…
Yaz ıssızlığından yararlanıp çoktan Tepebaşı'nın yolunu tutmuştu…
***
Neden, istikamet Tepebaşı?
Çünkü…
Orada 'Mazarik' adında…
Bir kokteyl ve yemek salonu vardı…
Gazi Paşa…
Henüz Harbiye öğrencisi olduğu yıllarda…
Parası yettiğince buraya gelir…
Bir masaya yerleşir, arkadaşlarıyla unutulmaz akşamlar yaşardı…
Kararlıydı…
Pek özlediği o akşamlardan birini daha yaşayacaktı…
Parasını ödedi; taksiyi yolladı…
Şoförü de…
Kimseye buraya geldiğini söylememesi için uyardı…
***
Eskiden yaptığı gibi…
'Mazarik'te…
Barın dibindeki masaya yerleşti…
Garsondan bir kadeh rakı ve leblebi istedi…
'Mazarik' çok el değiştirmişti…
Bu nedenle tanıdık kimse göremiyordu…
Her şey tam istediği gibiydi…
Rakısını ağır ağır yudumluyor…
Leblebileri havaya atıp dudaklarıyla tutuyordu…
***
Önündeki masada oturan bir kadınla erkeğin…
Birbirlerinin gözlerine bakarak içkilerini yudumlamalarına dalmıştı…
Eski günleri…
Film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiriyordu…
Derken…
Siyah elbiseli bir adam salona girdi…
Önce köşedeki masada oturduktan sonra…
Kapıya yakın masadakilerin yanına gitti…
Biraz konuştu, sonra birlikte salondan çıktılar…
Az sonra siyah giyinmiş adam geri döndü…
Doğruca başka bir masaya seğirtti...
O masadakiler de kalktılar ve çıktılar…
Atatürk dikkat kesilmişti…
Siyah elbiseli adam, yeniden salona geldi…
Fakat…
Atatürk'ün önünde oturan masaya yaklaşmaya…
Cesaret edemedi…
Bir kenarda gazete okumaya başladı…
Atatürk bu gel-gitleri iyice merak etmişti…
Yüksek sesle adama seslendi:
'Çocuk, gel beri!'
Adam masadan ok gibi kalkmış, selam durumuna geçmişti:
'Buyrun Atam…'
'Sen kimsin?'
'Birinci Şube'den polis falanca…'
'Siz ne yapıyorsunuz?'
'Rahat edesiniz diye lüzumsuz müşterileri çıkarıyorum…'
'Lüzumsuz olduklarını sen nereden biliyorsun?'
'Vali Bey'den öyle emir aldım Atam…'
'Eee, o da mı burada?'
'Evet, kapının önünde Atam…'
'Tüh Allah cezanızı versin…'
Bu sırada Vali de içeriye girmişti…
Atatürk'ün öfkelendiğini görünce endişelenmişti…
Nazik bir şekilde sordu:
'Bir emriniz var mı Atatürk?'
Gazi Mustafa Kemal Paşa, sinirli bir ses tonuyla karşılık verdi:
'Siz benim yakamı bırakamaz mısınız yahu? Ha'di benim peşimden koşuşturuyorsunuz; şurada kendi halinde içkilerini içen masadaki insanları neden tedirgin ettiniz?'
Vali'nin cevabı:
'Emir buyurursanız, bundan sonra gelenleri çevirmez, salonu yine doldurabiliriz…'
Atatürk iyice kızmıştı:
'Ne yapacağını ben biliyorum… Ne kadar polis varsa masalara dolduracak, sonra da beni atlatmış olacaksın! Bırak efendim, bırak… Git işine…'
***
Kalktı, keyfi kaçmıştı…
Kapıya doğru yürüdü…
Peşinden Vali Muhittin Üstündağ, özürler dileyerek geliyordu…
Atatürk bir de baktı ki; ne görsün?
Kapının önü, otomobiller, resmi ve sivil polisler ve…
Saray muhafızları ile dolmuştu…
Döndü, valiye sordu:
'Müşterilerin bunlar mıydı?'
Sonra otomobillerden birine binip…
Dolmabahçe'nin yolunu tuttu…
Nokta…
Sonsöz: 'Yalnızlığı öyle hüzün vericiydi ki; bu hal bana çok dokunurdu… / Cemal Granda – Atatürk'ün Uşağı…'