Dün akşam ünlü gazeteci Charlie Rose'un Amerikalı ünlü aktör Bill Murray ile sohbetini izledim televizyonda.
Hatta gece yayınlanan tekrar gösterimini de aynı ilgiyle seyrettim.
Charlie Rose'un ustalığında akan programa alanında dünyadaki en iyiler konuk oluyor.
Bill Murray ve Charlie Rose oturma odasına benzer bir ortamda, karşılıklı iki sandalyede oturmuş birbirlerini gerçek bir merakla dinleyerek sohbet ediyorlardı.
Charlie Rose'un mükemmel yönlendirmesinde komedyen Bill Murray kendisini anlatıyordu.
Oyunculuğunda kendisi gibi olmasıyla ün yapan Bill Murray'in sandalye üzerinde uslu, duygulu bir çocuk gibi düşüne düşüne, göz kapaklarını kapatarak verdiği samimi yanıtları havada yakalayıp, kucaklamak istedim.
Çoğumuzun aradığı, ihtiyaç duyduğu o yanıtlar bende kalsın, hiç unutmayayım, acil durumlarda açıp okuyayım istedim.
Bir tür hayat bilgisi kopyası gibi...
Dinledikçe şaşkınlık ve hayranlık içinde kaldım.
En iyisini ortaya koyan bu büyük yeteneklerin, en sade olmayı bu denli sakin ve hacimsiz şekilde başarmalarını, hayatı en basit haliyle kavrarken egolarının üstünden esnek adımlarla sıçrayışlarını insan olmanın lezzetine vararak izledim.
64 yaşındaki Murray, insanın kendisi olmaya müsait olmasından bahsetti konuşmasında.
Ya da olmamasından...
Aynada kendini yakaladığın anda yaşamanın öneminden söz etti. Aynada yakaladığın kişinin peşine düşmekten...
'Hep kendisini oynuyor' gibi aldığı eleştirileri, enfes bir yorumla 'Kendin olmak kolay değildir, aslında en zorudur' diye gülümseyerek açıkladı.
Başka bir iş yapmayı beceremediği için aktörlüğü sürdürdüğünü muzip bir şekilde anlatırken, ben de ekrandan yansıyan çocuksu yalınlığı kavramaya çalıştım.
Kendisiyle dalga geçen, en derin acılarını çıplak kelimelerle anlatan Altın Küre ödüllü sanatçının Oscar'a aday olup, kaybediş öyküsü de harikaydı.
Bill Murray, 'Lost in Translation' (2003) adlı filmdeki rolüyle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday olduktan sonra ödül töreninde yaşadığı hayal kırıklığını açık yüreklilikle anlattı.
'Favori gösteriliyordum, kazanacağıma emindim. Konuşmamı bile hazırlamıştım. Çok şaşırdım' dedi.
Murray, Oscar'ı kaybedişinin ardından ancak altı ay kadar sonra kendine gelip nasıl bir ihtiras içine düştüğünü, 'Kazanmayı İsteme Hastalığı'na Tutulduğunu' farkettiğini söyledi. 'Eğer Oscar'ı kazansaydım, artık Oscar'lı bir oyuncu olarak gelen senaryo ve teklifleri o gözle inceleyeceğimi ve pek çoğunu kabul etmeyeceğimi anladığımda, kendime geldim' dedi.
Samimiyetle anlatılan bu örnek Murray'in tanımıyla 'Kazanmayı İsteme Hastalığı'nın insanı bekleyen ne tür bir tuzak olduğunun güzel bir fotoğrafıydı.
Bill Murray'in bu tanımı beni nedense ülkemizdeki politik arenaya, seçim arifesinde yaşanan adaylık çekişmelerine, 'Güç Bende' depdebelerine doğru sürükledi.
Bizim Oscar'sız politikacılarımızı, genel ve yerel yöneticilerimizi, iktidar sahiplerini düşündüm.
'Kazanmayı İsteme Hastalığı'na tutulmuş olanları...
İnançlarını, değerlerini ve ardından kendilerini kaybedenleri...
Aynada kendini yakalayan insanın saydamlığı ile kibre yakalanan insanın matlığı arasındaki farkı farkettim.
Oscar'sız komedyen Bill Murray'in bakışlarına ve kelimelerine yansıyan saflaşmış bilgeliğini ve maddenin katı haline geçerek cisimleşen, kararmış egoları düşündüm.
İçeride bir yerde, aynada yakalayabilecekleri bir kendileri yaşıyor mu hala acaba? diye merak ettim.
Hepimize kendimize gelme, kendimiz olma becerisi diledim.
Programını, 'Bu senin hayatın, kostümlü prova değil' diyerek bitiren gazeteci Charlie Rose'a da Türkiye'nin bunaltıcı atmosferinde aldırdığı nefes için teşekkür ettim.