Anlatılan efsaneye göre Milattan 300 yıl önce yaşayan Chuang Tzu, rüyasında kendisini bir kelebek olarak görür ve uyandığında kelebek olduğunu hayal eden bir insan mı, yoksa insan olduğunu hayal eden bir kelebek mi olduğuna karar veremez...
Bu hafta sonu 1899 Arjantin doğumlu, yazar Borges'in labirentleri içinde yürüdüm, kayboldum, yolu bulduğumda bir baktım kendimi bulmuşum, ama sonra yine kayboldum, yine kendimde yeni bir şeyler buldum… yukarıdaki öykü onun favorisi olan bir öykü… galiba benim de… öyküsünde kendini eğitim sürecindeki bir inanan olarak hayal etmektedir ve sonunda 'kendisinin de bir başkası tarafından hayal edilen' bir görünüm olduğunu anlamaktadır.

Çocukların, gençlerin en büyük sorunu da bu değil mi acaba? Anne babaları tarafından hayal edilen bireyler olabilmek için onlar kader labirentinin hangi bunalımlı, zorlu yollarından geçiyorlar büyürken? Herkes bir noktaya kadar, bir başkası tarafından hayal edilen bir birey mi? Kim ne kadar özgür bu hayatta?

'Düşsel Varlıklar' kitabında Borges 'The Double', 'eş' kavramından söz ediyor: 'Ayna ve sudaki yansımalardan ve ikizlerden esinlenen Double/eş düşüncesi Pythagoras'ın 'arkadaş diğer bir bendir' ya da Platon'un 'kendini bil' ifadeleri ile şekilleniyor. Eski Mısırlılar, Double yani Ka düşüncesinde bir insanın aynı yürüyüş şekline ve aynı kıyafetlerine sahip tam bir kopyası olduğuna inanıyorlar. (Ka, eski Mısır inanışına göre insanın görünmeyen bedeni) Double'ın kendimizin diğer bir tarafı veya zıttı olduğu düşünülüyor. Yeats'in 'mask'ı, Pound'ın 'persona'sına benzer bir şey.

Borges 'Rüya Kaplanları' adlı kitabında şöyle diyor: 'Bir adam kendi kendine dünyayı resmetme görevini veriyor. Yıldan yıla, bir boşluğu, illerin, krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, çeşitli enstrümanların, yıldızların, atların ve insanların görüntüleri ile dolduruyor. Ölümünden hemen önce, bu dizeler labirentinden kendi yüz hatlarının ortaya çıktığını keşfediyor.'

Burada da dünyayı gören gözlerimizin, dünyayı anlayan beynimizin aslında bir illüzyonu gördüğünü ve görmek istediğini yansıttığını anlatıyor. Karmakarışık bir dünya içinde doğduğumuzdaki saflığı ve önyargısızlığı büyürken hızla kaybederek bize öğretilen önyargılarla bir illüzyon dünyasında yaşamaya başlıyoruz. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, kabul edilen-edilmeyen gibi dualitelerin geliştirdiği önyargıların gölgesinde takip eden eksiklik, suçluluk, zorunluluk gibi duygusal karmaşaların içinde yaşamda karmakarışık bir varoluşu deneyimliyoruz.
Labirentleri seviyorum. İçinde kaybolmayı, dolanmayı, daha derine bakmayı, rüya görmeyi, hile ve gerçeklik, gerçek ve hayal ürünü olanlara bakmayı, bir daha bakmayı, gerekirse zaman kaybetmeyi, gerekirse sabır göstermeyi ama mutlaka o zorlu yollardan geçmeyi, sonunda görmeyi seviyorum. O yollarda çalılar bacaklarımı çiziyor belki, ellerime dikenler batıyor belki, labirentte kaybolduğumda birden gece oluyor ve karanlığı deneyimliyorum belki ama yine de seviyorum. Çünkü labirentten çıktığımda illüzyondan da bir adım daha uzaklaşmış, gerçeğe bir adım daha yaklaşmış oluyorum…

Tamıyla buldum diyebilir miyim gerçeği? Mümkün değil, labirentler uzun ve çok. Ama yolculuk çok eğlenceli, keyifli… Borgesten bir dize ve düşünce ile sizi kendi labirentleriniz içinde bir yolculuğa bırakıyorum:

'Kaderimiz… korkunç değildir, çünkü gerçek değildir;
Korkunçtur çünkü değiştirilemez ve kaskatıdır.
Zaman yapıldığım maddedir.
Zaman beni taşıyan bir nehirdir, ama ben nehirim;
Beni harap eden bir kaplandır, ama kaplan benim;
Beni yakıp yok eden ateştir, ama ateş benim...'

Borges 'Tadeo İsidoro Cruz'un Yaşamı' adlı kitabında şöyle der: '…karanlıkta dövüşmeye devam ederken anlamaya başladı. Hiçbir yazgının bir diğerinden daha iyi olmadığını fakat her insanın kendi iç sesini dinlemesi gerektiğini fark etti.'