Neşe ÖNEN
Dün ve bugün Türkiye (2)
20 Eylül 2024 Cuma

Doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim semt Fındıkzade, İstanbul’un tarihinde müstesna bir yere sahip.

Fındıkzade’nin bulunduğu bölge, Roma İmparatorluğu döneminde Byzantion olarak bilinen İstanbul’un dış mahallelerinden biriydi. Byzantion, İstanbul’un antik adıdır. Şehre bu isim, eski Yunan kolonisi olan Megaralılar tarafından MÖ 7. yüzyılda verilmiştir. Şehrin adının, Megaralılar’ın kurucu lideri Byzas'tan geldiği rivayet edilmektedir.

Byzantion adı, Latincede Byzantium şeklinde kullanılmış, ancak, MS 330 yılında İmparator I. Konstantin, Byzantion’u Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti yaptıktan sonra şehrin adını Konstantinopolis (Konstantin'in şehri) olarak değiştirmiştir.

İstanbul adı, Bizans İmparatorluğu döneminde kullanılan "Konstantinopolis" (Konstantin'in şehri) isminin halk arasında sadeleşmiş ve Türkçeleşmiş halidir. Bu ad, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de yaygınlaşmış ve günümüze kadar gelmiş…

Başlangıçta, İstanbul adı Yunancada “Eis tin Polin" (“şehre” veya “şehre doğru”) olarak ifade ediliyordu. Daha sonra, Yunanca “şehre doğru” anlamına gelen "Eis tin Polin" ifadesi zamanla sadeleşerek, İstanbul halini aldı. Ancak, "Polis" kelimesi Yunanca "şehir" anlamına gelir ve Bizans döneminde "Polis" (şehir) kelimesi takı eki almaksızın, sadece “İstanbul” için de kullanılırdı.

Osmanlılar ise fethettikleri İstanbul'u genellikle "Konstantiniyye" (Arapça kökenli bir ifade) olarak adlandırırken, halk arasında "İstanbul" adı yaygındı. 17. yüzyıldan itibaren ise "İstanbul" adı resmî belgelerde daha sık kullanılmaya başlandı.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte, 1930’da Türkiye hükümeti yabancı ülkelerden ve posta hizmetlerinden, resmi olarak "İstanbul" ismini kullanmalarını talep etti. Böylece İstanbul adı uluslararası alanda da kabul gördü.

İstanbul ismi bana, İstanbul’da yaşayan Rumların diğer etnik kökenlerden olanlarla beraber uğradığı ve 1955 yılında “6-7 Eylül Olayları” olarak bilinen, trajik bir dizi şiddet ve yağma olaylarını çağrıştırmaktadır. Çünkü, bu olaylar, diğer etnik gruplar gibi Rum toplumu için de büyük bir travma yarattı ve İstanbul'un demografik yapısını önemli ölçüde değiştirdi.

6-7 Eylül 1955 tarihlerinde, Türkiye’nin birçok bölgesinde, ama özellikle İstanbul’da Rumlara ait dükkanlar, evler ve kiliseler saldırıya uğradı ve yağmalandı. Bu olayların fitilini ateşleyen sebep olarak, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığına dair çıkan yanlış haber gösterildi. Ancak bu saldırının organize olduğu ve kışkırtmalar sonucu gerçekleştiği daha sonra ortaya çıktı.

Olaylar sırasında İstanbul’daki Rumlara ait binlerce ev, iş yeri ve kilise tahrip edildi. Yüzlerce kadın tecavüze uğradı, birçok kişi hayatını kaybetti ve yaralandı. Rumlar büyük bir korku ve endişe içinde kaldı, güvenliklerini sağlayamadıklarını hissettiler.

1955 yılına kadar İstanbul'da Rum nüfusu yaklaşık 100,000 kişi civarındaydı. Osmanlı döneminden itibaren Rumlar İstanbul’da önemli bir azınlık grubuydu ve özellikle 19. yüzyıldan itibaren İstanbul’un ticaret, kültür ve sosyal hayatında büyük bir rol oynadılar. Ancak, 6-7 Eylül olaylarından sonra birçok Rum Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı. Olaylar sonrası baskı, ayrımcılık ve giderek artan güvensizlik nedeniyle büyük bir göç dalgası yaşandı. İstanbul’daki Rum nüfusu hızla azaldı.

1964 yılına, yani doğduğum yıldan iki yıl öncesine gelindiğinde ise Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs krizinin ardından, Türk hükümeti 1964'te, İstanbul'daki Rum vatandaşlara uygulanan “Yunan uyruklu Rumların sınır dışı edilmesi” kararını uyguladı. Bu süreç, İstanbul’daki Rum nüfusunu daha da azalttı. 1970'lere gelindiğinde İstanbul'daki Rum nüfusu 10,000'in altına düştü. 2020’li yıllarda ise İstanbul’da kalan Rum nüfusu 1,500-2,000 kişi civarındadır.

“İstanbul” isminin hem hazin hem de gurur verici yanı vardır;

Rumların, Yunanistan'a göç ettikten sonra da İstanbul için "Polis" demeye devam ettiklerini bilir misiniz? "Polis" kelimesi, Rumlar için "şehir" anlamına gelse de söz konusu İstanbul olunca, Rumlar için “İstanbul” tarih boyunca “şehirlerin şehri” olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle, İstanbul’a özel bir anlam yükleyen bu ifadenin, kültürel ve dini bağlardan dolayı hala Yunanistan’daki Rumlar tarafından kullanılması yani İstanbul’dan bahsederken “İstanbul” yerine “Polis” demeyi sürdürmeleri, artık bu şehirde sayıları çok azalan Rumlar için hüzün verici, “şehirlerin şehri” unvanını devam ettirmesi bakımından ise onur vericidir…

Benim Rumlara ait anılarım pek azdır. Malum, çocukluğumda sayıları on binin altına düşmüştü!

Annemin, Rum komşularından Rumca konuşmayı öğrendiğinden bahsettiğini hatırlıyorum. 1950’lerde Elazığ’dan İstanbul’a göç eden ailesiyle birlikte İstanbul’un Osmanbey semtine taşınmışlar. Oturdukları apartmanda, kendilerinden başka bütün komşuları farklı etnik ya da dini kökene sahipmiş. Annem, kimi Ermeni, kimi Rum, kimi ise Yahudi olan komşularından farklı diller öğrenmiş. Yaşı o sırlarda on dört on beş civarı olmalı. Genç yaşta olmanın avantajı ile hem Ermenice hem de Rumcayı kısa zamanda kapmış. Ne yazık çok erken yaşta evlendirildiği için (15 yaşında iken yaşı büyültülerek) bu dillere tam vakıf olamadan, yaşadığı apartmandan ayrılınca bu dillerle bağı kopmuş.

Ben daha altı ya yedi yaşındayken, annemin Rum ve diğer komşularıyla olan anılarını dinlemeye başladığımı anımsıyorum. Onlardan ne çok şey yapmayı öğrendiğini söylerdi. Mesela, kek yapmayı!

“Annemin Rumca ve Ermenice konuştuğuna inanmıyor görünüp, her fırsatta ondan Rumca/Ermenice bazı cümleler kurmasını istemem; annemin Rumca/Ermenice konuşmalarından gizlice gurur duymam; hatta onu Rum/Ermeni eski komşularından kıskanmam; Fındıkzade’de oturduğumuz apartmanda hiç Rum/Ermeni komşumuz olmadığı için hayıflanmam” zaman zaman tebessümle ve gönül burukluğuyla hatırladığım anılar arasındadır…

Ne yazık ki annem, kırık dökük Ermenice ve Rumcasını, etrafında sohbet edecek hiçbir Ermeni/Rum komşusu kalmayınca zamanla unuttu. Genç kız olmaya başladığım dönemde ise zihninde, eski komşularıyla geçen acı tatlı hatıraları da solmaya başlamıştı. Artık annemi, Ermenice/Rumca konuşmaya zorlayıp, muzip şakalar yapamayacağımı anlayınca, o yıllarda içimi kaplamaya başlayan derin sızı, bugün dahi kalbimi acıtmaya devam ediyor…

Rumlara dair bir anımı daha paylaşmak istiyorum. Her yaz kaldığımız yazlık evimizin sitesine komşu sitede, ilk okul yıllarından beri tanıdığım, ilk gençlik yıllarında ise sıkı arkadaşlık ettiğim Hüseyin adında, çok genç yaşta vefat eden şair bir arkadaşım/dostum vardı. Hüseyin’in Birgül adındaki kız kardeşi benden sanırım birkaç yaş küçüktü. Çocukluk yıllarımda Birgül ile pek anlaşamazdık. Büyüdükçe ve olgunlaştıkça, yakınlaşmaya başladık. Yıllar sonra Birgül Amerika’ya yerleşti. Bir gün annesinden evlendiğini öğrendim. Annesi bana kızının nikah resimlerini göstermişti. O zaman Birgül’ün beyaz gelinliğinin altına neden siyah gelin ayakkabısı giydiğine bir anlam verememiştim.

Hüseyin erken yaşta vefat edince, annesi acısına dayanamayarak “unutkanlık” dediğimiz “Alzheimer” hastalığına yakalandı. Uzun süredir Amerika’da yaşayan Birgül, bakımına yardımcı olmak için annesine bir yardımcı tutmuştu. Bir gün yazlıkta, Hüseyin ve Birgül’ün annesi ile karşılaştım, beni hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Pek hatırlamıyor gibiydi. Yanındaki yardımcı kadınla konuşmaya çalıştım. Fakat kadın beni sert bir hareketle yanından uzaklaştırmak istedi. O anda, Birgül’ün annesinin kadınla başka bir dilden konuşmaya çalıştığını fark ettim. O gün, aralarında hangi dili konuştuklarını soramadan ve daha fazla rahatsızlık vermemek için yanlarından uzaklaştım.

O yıllarda araştırma imkânım olmadı. 2000’li yılların henüz çok başıydı ve ben de evlenip Amerika’ya yerleşmiştim. Bilgisayarlar hem yaygın değildi hem de yapay zekâ teknolojisi çok gelişmemişti. Merak ettiğiniz bir konuyu, bugünkü gibi, parmaklarınızın altındaki klavye tuşlarına basarak, saniyeler içinde araştıramıyordunuz. Bu yüzden, öğrenmem zaman aldı. Meğer, Rum kızlarının evlendikleri zaman siyah ayakkabı giymeleri, geleneklerinin bir parçasıymış. Zannediyorum ki on yıllarca arkadaşlık yaptığım Hüseyin ve Birgül’ün annesi Rum’muş. Ne hazindir! Defalarca evlerine gidip yemekler yediğim halde bunu hiç anlamamışım ya da onlar benden saklamışlar. 

Belki sizin de bilmediğiniz bu geleneğe göre; Rum genç kızlarının evlendiklerinde siyah ayakkabı giymesi, Rum kültüründe yaygın olan bazı geleneksel pratiklerden biriymiş. Yine bazı kaynaklara göre; bu geleneğin, genellikle Girit Adası/Ege adaları ve diğer bazı Rum topluluklarında gözlemlenen evlilik törenlerinde uygulanmasının, bir çeşit saygı ve ciddiyet ifadesi olarak görüldüğü kabul ediliyor. Siyah renk, Rum toplumunda hem şıklığı hem de olgunluğu ve yeni bir hayata başlamayı simgeliyor. 

İyi bir şair olduğunu düşündüğüm sevgili arkadaşım Hüseyin, “Aileme” diyerek ithaf ettiği ve bana da hediye kabilinden verdiği bir kitabının ön sayfasında “Aileme” kelimesinin altına, benim için şunları yazmıştı: “Aileme ve ailemden biri olan can dostum Neşe’ciğime sevgiyle. 11.14. 1998”

Ah be Hüseyin’ciğim! Ailenden biri olamamışım aslında…

Oyun arkadaşı olduk seninle. Denizde beraber yüzdük. Geceleri ateş yakıp patates közledik ortak arkadaşlarımızla. Büyüdük, şiirler yazdık, birbirimize okuduk. Koyu sohbetler yaptık sosyalizm üzerine. Evinde yemekli partiler verdin. Yaz geceleri sabahlara dek oturup kadeh kaldırdık hayata dair. Kimi zaman ağlaştık, dertleştik çokça. Yoksulun sıkıntısını/tasasını, ekmek çıkını gibi koyduk soframıza. Şarkılar söyledik; “aşk, deniz ve mehtap, yıldızlar” üstüne, gece yarısı iskele sefalarında. Romantizmin de dibine vurduk, öfkeli politik sohbetlerin de küçük arkadaş grubumuzla. Kan kardeşi bile olduk, deniz kabuklarıyla çiziktirdiğimiz parmaklarımızdan akan kanı birbirine bulaştırarak…

Paylaştığımız onca şeye rağmen, şimdi anlıyorum ki yine de pek çok şeyi eksik bırakmışız aramızda. Annenin, bilmiyorum belki babanın da Rum olduğunu neden bilmedik biz? Oysa bilseydim ne çok mutlu olurdum. Annene, bir zamanlar benim annemin de Rumca öğrendiğini söylerdim mesela. Rumlara ait bilmediğimiz gelenekleri öğrenir, yaşardık ya da paylaşırdık.

Demek ki toplum olarak, daha o zamanlardan, epeyce unutmuşuz birlikte yaşamanın tadını. Tahmin etmesi zor olmayan bir yerlerde/zamanda, tam ortasından kırmışız bizi çevreleyen güven çemberini. Ama şimdi, keşke zamanı geri döndürebilsek ve eski Rum/Ermeni komşularımıza yeniden kavuşabilsek! Ne çok isterim, herkesin yeniden, bin bir rengiyle ve çekincesizce bir arada yaşamasını…

Tıpkı Hüseyin’in “Kıyı Adamları” şiirinde dediği gibi:

“Deniz büyük şiirini söylüyor/Kıyı adamları toplanıyor bir bir masa çevresinde/Anlatılan kış son soluğunu estirirken/Mevsim dünyanın şarkısını söylüyor her yerde/Yaz şarkıları, en iyisi/Kimse kimsenin olmadan/Şarap kadar bir başına, yalnız/Birkaç deniz adamı da bana eşlik ediyor/Evet, ben onlardanım/Unutma bu şiir biter/Ve ben gitmem uzaklara/Kulağına fısıldarım her zaman/Biz, biz, biz/Yaşamalıyız gözyaşı ve neşeyle diye”

Evet, hep beraber, acısıyla tatlısıyla, gözyaşı ve neşeyle, bir arada yaşamalıyız… Biz, biz, biz…

Devam edecek…

Yazdır   Önceki sayfa   Sayfa başına git  
YORUMLAR
 Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 

Bu haber henüz yorumlanmamış...

FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
Neşe ÖNEN
Neşe ÖNEN
Dün ve bugün Türkiye (2)
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
Acılar ‘askı’da!
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Türkiye'nin İslam’la sınavı
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
Kamu yararı Çeşme Projesi’nin neresinde?
Kemal ANADOL
Kemal ANADOL
12 Eylül ve yeni Anayasa
Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Atatürk’ün Toprak Kanunu ya da feodalizmin tasfiyesi uğraşısı
Dr. Hakan TARTAN
Dr. Hakan TARTAN
Siber ve milli!
Rifat ÖZER
Rifat ÖZER
Germir bağları
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA
Müzik ve mandolin
Ayda ÖZEREN
Ayda ÖZEREN
 Narin (İnce) Habercilik ve Medya Etiği
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
FACEBOOK'TA EGE'DE SON SÖZ
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva