Nereden nereye diye başlamak istiyorum aslında… Gündem mi hızlı değişiyor, yoksa ben mi günleri kaçırıyorum anlayamıyorum. Tam birkaç gün önce Vatikan'da bir şeyler oluyor, hatta tuhaf denilebilecek işler oluyor ve kilise neredeyse iki bin seneden bu yana kimsenin gözünün yaşına bakmadan titizlikle uyguladığı en katı kurallarda yumuşamaya gidiyor haberlerini duyduğumda 'Tanrı ile kul' arasında ne gibi anlaşmalar yapılıyor yada 'din adamları' bu bağlantının neresinde bu kadar etkin olabiliyorlar sorusunu irdelemeye çalışırken, birden çok sevdiğim bir arkadaşımın 'Köy Enstitüleri' ile ilgili yazısını okuyunca 'şöyle bir gerilere gitmiştim'. Hatta o kadar gerilere gitmiştim ki, kendimi birden ilkokul öğretmenleri yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihinde buluvermiştim.
Tamamen Türkiye'ye özgü olan bu eğitim projesini 1938'de o dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bizzat yönetmişti. İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışacakları düşüncesiyle kurulacak olan okulların aslında ne büyük 'dev proje' olduğunu bir kez daha iliklerimde hissetmiştim.

Düşünebiliyor musunuz; tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde açılmaya başlayan bu okullar hem örgün eğitim vererek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti… Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik edilmeye başlanmıştı yıllar öncenin kararlarıyla. Hem de devletin desteğiyle, hükümet politikası olmaksızın. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %5O'si temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Yani sözler lafta kalmıyor uygulamaya aktarılıyordu. Şimdinin eğitim sisteminin dışında farklı bir bakış açısı, farklı kurallar uygulanıyordu sadece ülke vatandaşları için ve ülke menfaatleri adına…

Ta ki, 1945 yılında 2.Dünya Savaşı sonlarına doğru Sovyet Birliği Lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Artvin, Ardahan ve Boğazlarda askeri üst istemesine kadar… Milli Şef, bunun üzerine ABD'den yardım istemiş, ABD'de Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı. Yardım etmek demek bir şeylere 'boyun eğmek' olduğunu o dönemlerde anlamamıştık ama şimdi bunun farkına vardığımız şu günlerde '5 yıllık kalkınma planları' kapsamında Sovyet Sistemine benzer Köy Enstitüleri uygulamaların kaldırılmış olmasının bedellerini şimdi çok iyi anlamaya başladık diye düşünüyorum.
Bu enstitüleri acaba canlandırmak mümkün mü diye başladım düşünmeye. Bu kolay bir süreç değildi. Ülkeyi çok iyi analiz etmek, nerelerde neler yapılabileceğini çok iyi araştırmak gerekiyordu. Yapılamayacak bir iş değildi, çok büyük paralara da ihtiyaç yoktu. Sadece adım atarak başlanacak bir heyecan dalgasıydı ve bu dalga kolaylıkla yayılacak gibi geliyordu.
Bu düşünceler içinde kitapları karıştırmaya, tarım politikaları ile daha detaylı projelere bakmaya başlarken birden bir gece yeniden sarsıldım. Dağlıca şehitlerini duymak bu sorunların artık kolay kolay çözülemeyeceğinin de habercisiydi. Gündemi yakalamak istemedim artık. Vadeli Kürtaj Affı anlamını yitirdi birden hayatımdan. !6 asker şehidimizin evinin içinde buldum kendimi, bugün de şehir polislerimizin evinde, onların acısını içimde hissederek….

Geçtiğimiz sene içinde gittiğim doğu illerinde yaşadığım anılar ve dostluklar geldi birden film şeridi gibi gözlerimin önüne, Kürt çocukların bakışları, Kürt anaların hikayeleri ve bunları bir başka cephede anlatan Türk analarının yakarışları ve acıları… Nerede hata yaptığımızı bir kez daha sordum. Bu acıların nerede ve kim tarafından bitirileceğini anlamaya çalıştım.
Bu bitiş bir siyasi sistem aracılığı ile mi olacaktı, yoksa halk kendi bildiğini mi okuyacaktı. Devlet neredeydi, nerede kalmıştı?

1 Kasım'da yapılacak olan seçimlerin bile aslında önemi yoktu. Hatta Erdoğan'ın '400 milletvekilimiz olsaydı, ben yapardım yapacağımı' sözlerini bile duymak anlamsızdı artık. Seçimler aracılığı ile rant peşinde olan iş adamlarını bile duymuyordum artık. Hatta bir ara Başbakan'ın W20 zirvesinde 'kadınların güçlenmesine' yönelik söylediği güzel söylevler bile beni harekete geçirmemişti. Nutkum durmuştu, soluğum kesilmişti adeta.. Ne medyada çıkan asılsız haberler, ne insanların bana algılatmaya çalıştığı yeni görüntüler.

Tek bir düşünce ile soru sormak geldi içimden birden… Papazlar çocuk aldırmanın günahını önümüzdeki Kasım'dan itibaren on bir buçuk ay boyunca affedecek ama Kilise, özellikle de Enkizisyon tarafından kürtaj yaptırdıkları için asırlarca canları alınan ve sayıları kimselerin bilmediği kadınların katlinin vebali kimin üzerine kalacaktı?


Yani diyorum ki, bu yaşananların vebalini kim ödeyecek? Kim suçlu, ve biz neden sahneye bakarak bekliyoruz? Bu sahnede oynanan oyunlarda çok canlar yanıyor. Bu sahnede yaşanmaması gerekenler var. Bu sahnenin aktörleri bizleri doğru yönlendirmiyor! Yönlendirmeye çalışanlar yanlış sözler ile halkı provake etmeye çalışıyor. Gazetede yazılanlar bir başka 'yalan', sözler bir başka 'gerçek'… o zaman yıllardır ülkemiz üzerine oynanan oyunlara dur diyecek kim?
Biz mi, birileri mi?