Milletçe 'iyi niyetli' olduğumuz için…

İlerde başımıza nelerin geleceğini çağdaş bulgularla…

En azından 'tahmin' etmek yerine…

İstikbalini…

'Neyse halim, çıksın falim…' tekerlemesi eşliğinde…

Kahve falında aramak alışkanlığı hayat ile kavlimizde olduğu için…

Ayağımızı taşa bile vursak…

Allah'tan buluruz…

Bu değişmez kuraldır…

Yine öyle oldu…

***

Bir dertten diğerine, bir garabetten öbürküne nasıl sürüklendiğimizin 60 günlük hikayesidir bu…

***

Günlerden 18 Haziran'dı…

Amerika açıkladı:

'Biz Afganistan'dan çekiliyoruz… Kabil Havalimanı'nın güvenliğini bundan böyle Türkiye sağlayacak…'

Demeye kalmadı…

Güzel memleketimize…

İran sınırından her gün en az 1000 kişi girmeye başladı…

Ellerini kollarını sallayarak topraklarımıza ayak basıyorlardı…

Şaşılacak ayrıntılar vardı…

Gelenlerin hepsi sanal film kahramanı 'Matrix' gibi…

Neredeyse tornadan çıkmışcasına 'bir örnek' görüntüsü veriyorlardı…

Nedeni, sebebi belli olmayan…

Tam bir 'Kavimler Göçü' ile karşı karşıya kalmıştık…

Üstelik 10.5 yıldır…

4 milyondan fazla Suriyeli göçmeni bağrımıza basarken…

Bu 'Matrix Afganlar' nereden çıkmıştı?

***

Koşa koşa, kafileler halinde geliyorlardı…

Ayaklarında…

Kızılay depolarından çıkmış gibi aynı tip, aynı renk spor ayakkabı…

Siyah tişört, siyah pantolon…

Ellerinde, sırtlarında bi'tane bile valiz göremezsiniz…

Sözde Türkiye'ye kavuşmak için…

Komşumuz İran'ı, boydan boya yürüyerek aşmışlardı…

Yanlarına bırak valizi, bel çantası bile almamışlardı…

Aralarında bi'tane bile kadın, çocuk, yaşlı yoktu…

16-30 yaş arası genç erkekler geliyordu durmadan…

Sözüm ona Taliban'dan kaçıyorlardı…

Karısını, çoluk çocuğunu Afganistan'da bırakıp…

Kendini kurtarmaya çalışan Afganlı'ya…

Gözünün içine baka baka 'Buyur kardeş!' dedik…

Hala geliyorlar…

Bi'de insanı kandırır gibi…

İran'ı yürüyerek aşıp, bize sığındıklarını söylüyorlardı…

İnandık…

Hala günde iddialara göre en az bin 'Matrix' tipli Afgan Türkiye'ye giriyor!

***

Tam bu Afgan garabeti ile uğraşırken…

Cumhuriyet Tarihimiz'in 'en korkunç' yangınlarından biri…

Antalya'dan başladı; güney ve batı kıyılarımızı perişan etti…

Geceli / gündüzlü, 300 saatte…

O 'Kızıl Afet' kontrol altına alınabildi…

100 bin adetten fazla futbol sahası kadar zümrüt yeşili orman…

İçindeki yaban hayvanlarıyla birlikte alevlere teslim oldu…

Her taraf kömür karası renge boyandı…

60'a yakın mahalle 'hayalet köy' haline geldi...

İkisi orman işçisi, 10 kişiyi alevlere kurban verdik…

Sabotaj mı, değil mi?

Hala, somut bi'şi yok ortalarda…

Hüzün…

Sanki yoldaşımız olmuştu…

O ormanların…

Cayır cayır yanmadan önceki haline ulaşması için…

Kaç yıl lazım biliyor musunuz?

En az 'çeyrek asır'!

***

Dilimizi ısırıp…

'Acaba bu acılar Türkiye'ye mi özel?' demeye kalmıyor…

Her türlü bela…

Üst üstü geliyordu…

***

Nitekim…

'Dertler bitsin, bu uğursuzluklar sona ersin!' diye niyaz ederken…

Bu kez…

Görülmemiş bir deli sel…

Batı Karadeniz'i vurdu geçti…

Kastamonu, Bartın ve Sinop'ta…

Dere yatağının içine yapılan evlerin büyük bölümü çöktü…

İnsan eliyle 'yanlış planlanmış' her şey…

Suyun intikamına neden oldu…

Üstelik…

'Suyun suyuna gitmek lazım!' gibi değerli bir atasözü…

Bir kulağımızdan girdi, diğerinden çıktı…

Biz o atasözünü unutmuş(!) gibi yaparken…

Doğa'nın yaşamıyla birlikte…

Kendi yaşamımızı da bitirdik…

Sel felaketinin acı bilançosu…

Dün akşam 70'in üstündeydi…

Bu da mı kader?

***

Memleketi 'mülteci cenneti' yapan biz…

Ormanlarını 'koruyamayan' biz…

Dere yatağına 'apartman dikip' doğa ile alay eden biz…

O zaman…

Topu topu 60 gün içinde…

Yaşadığımız tüm bu acılara…

Kimse kusura bakmasın ama…

'Kader' yakıştırması yapmak…

Biraz 'tuhaf' olmuyor mu?

Nokta…

Sonsöz: 'İnsan kadere zenginken değil, yoksulken inanır… / Wilhelm Jordan – Alman Jeodizi (yer ölçüm) uzmanı…