Sağlık Bakanlığı'nın güncel verileri doğrultusunda, Türkiye'de şu güne kadar 26 milyon civarında insan aşılandı. Bu verilere göre, 1. doz aşılanan kişi sayısı 15 milyona yaklaşıyor. İkinci doz aşılanan kişi sayısı da 11 milyon civarında.

Nüfusun tümünün aşılanması zaman alacak.

Tüm yurtta aşılama çalışmaları devam ederken,

Başta İstanbul ve İzmir gibi nüfus yoğunluğunun fazla olduğu şehirlerde, maske, mesafe ve tam kapanma kuralları çeşitli sebeplerle ihlal edilerek, hiçe sayılıyor.

'Artık çok sıkıldık' isyanı dilden dile dolanırken,

Haklı olmanın, hayatta kalmaya 'yeğ tutulduğu' zihinsel bir erozyon bu.

Şöyle ki; Yan yana, omuz omuza olmanın, bazı durumlarda bütünlük hissinden daha fazla zarar verdiği gerçeğini toplumsal olarak idrak edemediğimiz net.

Baharla beraber, dışarı çıkmayı istemek çok insancıl bir ihtiyaç, kabul ediyoruz.

Fakat, bulaş hızı konusunda mesafenin en büyük koruyucu olduğunu ve bu süreci bir yılı aşkın süredir yeterince hassas davranmadığımız kurallara bağlı uzattığımızı bir türlü kabul etmiyoruz.

Hep haklı olacağız ya!

Salgınla mücadele etmenin gerekliliklerini güç savaşları tadında algılamak da bize has bir savunma.

Bu tavrımız, doksanların Türkiyesi'nde gündemden düşmeyen AIDS konusunda 'bize bir şey olmaz' tutumunu anımsatıyor bana.

Konuyu bağlarsak, Bu çarpık algıda diretmek kime ne sağlıyor?

Gözlemlediğim bir şey var ki, bazı insanların bireysel özgürlüklerini başkalarının hayatlarından çalarak sağlamayı meziyet sandığı.

Duyarsızlaşmanın seviyesi öyle bir noktada ki, ölümün nefesini ensesinde hisseden, kaygılanan insanı alaya almak, korkuyla yaftalama modası hakim.

Eskiden bulaşıcı hastalık geçiren çocuğun yanına 'benimki de geçirsin de bitsin' tadında zararlı bir algının uzantısı bu.

İyi de, onun çaresi var, denenmiş yıllarca, bulunmuş kürü.

Şu yaşadığımızsa fenomen. Varyantı var, süründürüyor, tahribatı yüksek.

Belli rahatsızlıklardan muzdarip ve bu konuda çekincelerini dile getiren kişiler sadece pandemi ile değil, evrilememiş düşüncede direten bu algı ve her fırsatta varlıksal üstünlüğünü kanıtlama kompleksi taşıyan sonsuz bir cehaletle de mücadele ediyor.

Davranışın temelinde yatan nedenlere baktığımızda,

İstifçiliğin psikolojik bir rahatsızlık olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Sırf nefes almak amacıyla her sokağa çıktığımızda markete koşuyoruz.

İhtiyaçtan fazlasına yönelik her türlü tüketime bir de bu tür davranış bozuklukları eklenince,

Kıtlıktaymışız duygusuyla doldurduğumuz o sepetlerde

Biliyoruz ki eksiklik, yoksunluk ve değersizlik duygularımızı taşıyoruz. Bizim asıl açlığımız gıda türünden değil. Başa çıkamadığımız kaygılarımızı görünmez kılabilmek için harcadığımız çabayı şöyle bir düşününce, Bilinçlenmek ve o bilinci sürdürülebilir bir alışkanlığa dönüştürmek için çabalamadığımız gün gibi ortada.

Kimse kusura bakmasın.

Biz,

Biriktirme dürtümüzün önüne geçmedikçe, pandeminin seyri de pek değişmez.

Yetkili biri çıkıp da, seferberlik edasıyla evde mal stoklayarak,

Pandeminin yarattığı bu travmanın yol açtığı karanlığa ışık tutmuyor.

'Bunu neden yapıyorum' diye kaç kişi soruyor kendine? Neden yangından mal kaçırırcasına alışveriş yapıyoruz?

Toplum bazında, kıtlık kaygımızın temelinde yatan yoksunluk hissi nedir? Mesafe kurallarını ısrarla ihlal ederek neyi geciktiriyoruz?

Markette, benim mıncıkladığım elmayı bir başkası çocuğuna yedirir ve enfekte olursa,

O çocuğun hastalığından sorumlu olduğumun bilinciyle nasıl yaşarım?

Yaşar mıyım gerçekten?

Bu soruyu herkes kendine sorsa, ihtiyaca yönelik alışverişi kurallar dahilinde tamamlayıp evine dönse, ben yerine biz bilincini iliklerine kadar hissetse toplum sağlığını korumaya yönelik aldığımız yol bunca uzar mıydı?

Hayat eve sığmıyor artık, biliyoruz.

Ama pandemiyle imtihanımızda asıl sorun, 'Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olacağımızı' hala hesap edemiyor oluşumuz.

Sevgi ve sağlıkla kalın.