Güç dinamikleri dahilinde, kadının rönesansını geciktiren en temel neden, eril dile itaat hafızasına olan bağlılık ve 'edilgen varlık' olduğu fikrini pekiştiren kolektif algı değil midir?
Ataerkil toplumlarda kültür eril, doğa dişil özdeşlikle ifade edilmiş ve uzun bir süreci kapsayan bu ilişkilendirmenin hiyerarşik algı bilinci dahilinde, ortak bir konumlandırma oluşturduğu da bilinen bir gerçek. En pratik şekilde aktarmak gerekirse, toplumsal cinsiyet algısı, toplum tarafından benimsenmiş normlarla şekilllenir ve yazımın başında belirttiğim düşünsel biat hafızası bu normlar çerçevesinde oluşur.
Bildiğimiz diğer bir unsursa, toplum dilinin düşünce ve eylemlerin şekillenmesinde esas olduğudur. Bu minvalde, cinsiyetçi dilin tarihsel açıdan incelenmesi ve toplumsal yansımalarının önemine değineceğim bu haftaki yazımda.
Tarih sahnesinde, Fransız İhtilali'ne kadar geçen sürede, domestik kimlik ve varlık bilinciyle özdeşleştirilen kadın, 'dört duvar ötesindeki hayata' mesafeli durmakla yetindi. İstisnalar olsa da, sosyo-kültürel bağlamda, kadınların büyük bir çoğunluğu eril hegemonya çerçevesinde tanınan imtiyaz ve haklarla sınırlı yaşamlarını sürdürdüler. 18. yüzyılın neredeyse sonuna kadar erkeğin aile yaşamı sorumluluğunu yüklenici tutumu, kadının evde bu sorumluluğu hazırlayıcı rolüyle örtüştü. Saflar net bir biçimde belirlenmiş ve benimsenmişti, ta ki kadının dış dünyaya adım atma hareketi gerçekleşene dek.
Öz gücünün farkına varmak... Peki bu değişim ne şekilde oluştu?
Kadının dünyası, potansiyelinin farkına varması ve içinde yaşadığı hane sınırlarının, eril kurallar tarafından oluşturulduğu fikrinin önemini yitirmesiyle yeniden şekillenmeye başladı. Bu zihinsel değişim hareketi aydınlanma sürecinde başladı. Kişisel yetkinlik bilinci ve bu noktadaki
farkındalığı, kadına dayatılan roller ve mevcut normların dışında varlık sürdürebilmenin mümkünlüğüne yeşil ışık yakınca, eğitim başta olmak üzere, finansal özgürlük, hak ve eşitlik konularında cinsiyetçi yaklaşımın baskıcı unsurlarına direniş hareketi başladı. Sanayileşme ve üretim gücünün artması da, erkek merkezli çalışma prensiplerinin değişimini tetikledi. Kültür normlarını profesyonel iş dünyasına katılarak evirebilme gücünün farkına varan kadın, günümüzün çağdaş kadın söylemini kuvvetlendirerek, yaşamsal alanda dengeli ve eşitlikçi bakış açısı oluşturmanın temelini bu sayede attı.
Dünya Ekonomik Forumu'nun 2015 yılında yayımladığı Cinsiyet Ayrımı Araştırma Raporu verilerine göre, İzlanda, Norveç ve Finlandiya'da kadın-erkek eşitliğinin en üst seviyede sağlandığı ülkeler. Öte yandan Suriye, Pakistan, Yemen gibi ülkelerin liste sonunda yer aldığını görmekteyiz. Türkiye'de de durum pek iç açıcı değil. 145 ülkede yapılan araştırmada ülkemiz 130. sırada geliyor.
Mevcut araştırmanın verilerine dayanarak, kadınların en sık karşılaştığı cinsiyetçilik türlerine göz atalım.
Toplumsal cinsiyetçilik yaklaşımının bir çeşidi olan korumacı cinsiyetçilik algısı eşitlik söylemine paralel bir tutum gibi görülse de, özünde erkek egemenliğini destekleyen yumuşak bir güç dinamiğini benimser. İşin tuhafı, toplumun yoğunluklu bir kesimi, bu tür bir yaklaşımın da istismar kapsamına dair olduğunu kavramakta zorlanıyor. Oysa, korumacı profilde konumlanan erkek algısı, uzun vadede, nezaket şemsiyesi altında kadını 'narin ve kendisinden daha güçsüz' addeden düşünsel bir argümanı savunur. Kadının varlık bilincinin oluşabilmesi ve profesyonel anlamda doğru algılanabilmesi, salt nezaket ve sevecenlik duyguları üzerinden tanımlanmasıyla mümkün değil maalesef. Bu profil, eril hakimiyetin en yumuşak halini yansıtsa da, toplumsal güç ihtirasının renkli ve resimli atlasında, ayrımcı cinsiyet algısını tetikleyen unsurlara meyil vermesi açısından, kadını derin ve karanlık düşünsel dehlizde sınırlandıran bir yaklaşımdan öteye gidemez. Kalıp yargıların ve cinsiyete atfedilen yanılsamaya yol açan rollerin her türlüsü kadın varlık mücadelesinin korunması açısından bir çıkmazdır. 'Kadınımız korkmasın' türevli politik söylemler de tümüyle bu algıyı destekleyen, kadın imajına zarar veren bir dili temsil eder. İkinci sorun ise, profesyonel çalışma dahilinde, kadının eril zihniyete ihtiyaç duyduğu algısı. Erilleme olarak da bilinen bu durum, cinsiyetçi yaklaşımın en rahatsız edici noktasını oluşturuyor. Kadınların bağımsız karar alabilme ve uygulama becerisine müdahale olarak nitelendiriliyor. Eminsizlik duygusunu tetiklemesi ve kadının toplumdaki saygınlığını zedeleyen bir unsur bu. İş yaşamındaki çarpıcı bir diğer bulgu ise, kadınların başarıyı ekip çalışması ve bütünsel bakış açısıyla kolektif çabaya bağlamaları olarak ifade edilirken, erkeklerin başarıyı kendilerine etiketlemeleri ve bütünsel algıdan uzak bir tutumla kişiselleştirmeleri.
Toplumda çoğunlukla görmezden gelinen cinsel/fiziksel/sözlü istismar ve taciz konularında geçen haftaki yazıma ek olarak değinebileceğim nokta ise kadınların bu tür durumlara maruz kaldıklarında çekimser kalmaları veya yaşanan olayı gizleme çabalarının varlığı. Bu tutumun, ayrımcılık ekseninde, 'normalleştirilme' çabası cinsiyetçi bakış açısını besleyen ana damarlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Kadın üzerindeki ekonomik şiddetin çoklu boyutu özellikle finansal konularda belirginleşirken, altında yatan temel sorun eril güç dinamiğinin sorgulanması veya güç yoksunluğu ile ilişkilendiriliyor. Kadının bireysel finansal kararlar almasını engellemek, harcamalarının kontrol edilmesi, kısıtlamaya maruz bırakılması gibi rahatsız edici yaptırımlarla sınırlandırılması da toplumsal cinsiyet bağlamında hayli belirgin bir diğer sorun.
Bitirelim.
Toplumda kadın ve erkek olarak farklı özelliklere sahibiz. Tüm farklılıklara rağmen, bütüncül saygı farkındalığına ulaştığımızda, ayrımcı bakış açısının sonunu getirebileceğimize inanıyorum. Gelecek nesillerin, yaşamsal paydaşlık algısıyla yetişebilmeleri ve cinsiyet kalıp yargılarının ağır etkilerine maruz kalmamaları için cinsiyet merkezli ve yıkıcı ideolojilerden nasıl kurtulabileceğimizi bilmek... işte burası
zor ama gerçekleşmesi mümkün olan kısım. Zira, toplumsal söylemde değişim, çağdaşlığın gereksinimidir.
Sevgi ve sağlıkla kalın.