Ne kadar çarpıcı bir söz değil mi?

Niçin mi?

Atatürk'ten önce insanlarımızda 'millet / ulus bilinci' ne kadar vardı?

Ya da 'milli / ulusal devlet' bilinci?

Hemen celallenmeyelim ve gerçekleri somut biçimde görelim:

***

Osmanlı Devleti kurulunca, onu kuran öz irade 'Türklük Bilinci 'ne dayanıyordu.

Yüzyıllar aktı.

Bu bilinç giderek azaldı, azaldı.

Ve öyle bir yere gelindi ki, 19. Yüzyıl'da örneğin:

Türk, kendi kurduğu ülkesinde, kendisinin 'Türk' olduğunu söylemekten utanır bir duruma geldi.

Ne diline sahip çıkabilmişti imparatorluğun eritici yapısı içinde; ne de tarihine…

Ve 19. Yüzyıl'da artık, bu ulusun kendi öz çocukları gözyaşları içinde kendi geçmişlerini, tarihlerini ve dillerini arıyorlardı.

Hatta ulusal tarihlerinin şekillendiği coğrafyayı…

İmparatorluk kayıp giderken ellerinden, içleri yanarak, kendilerini yeniden 'kimliklendirme'ye çalışıyorlardı.

Kimliksizlik kadar acı bir şey olmadığını yaşayarak öğreniyorlardı.

Bu nedenle 'Türk Milleti' gerçeğine yüzyılların dalgaları arasında eriyip yok olmamak için büyük bir heyecanla sarılmaya başlamışlardı...

Millet anlamında Türklük bilinci değişik dalgalanmalardan sonra Atatürk'ün düşünce dizgesinde ve devlet felsefesinde çağdaş anlamıyla yerini buldu.

***

O, Türklüğü kültür temelinde algılıyor; büyük bir Türk Milleti'ni değişik damarlardan beslenen ortak bir cevher olarak açıklıyordu…

Ancak o günden bugüne geldiğimizde, güya demokrat oluyoruz ya; derhal bu gerçeği 'ters yüz etme cambazlığı'na bürünüverdik, aymazca:

Türklük bilincini ırkçılık olarak gördük; demokratik olma adına da etnik kimlikleri kaşıdık da kaşıdık.

Türk tıpkı bir 100 yıl önce yaşadığı gibi, Türklüğünü söylemekten neredeyse utanır bir duruma gelmişken, bu kez kendi içinden biri ya da birileri aymazca şunu söylemekten geri durmuyorlardı:

'Ben şu etnik gruptanım, ben bu etnik gruptanım…'

Hatta etnik grubu, millet ile karıştırıp; 'Şu millettenim, bu millettenim' diyenler bile vardı.

100 yıl önceki sahne yeniden dirilmiş gibiydi:

Türk, kendi öz yurdunda neredeyse parya durumuna düşürülmüştü.

Oysa yüzyılımızda, etnik parçalara bölünmek, emperyalizmin en büyük oyunuydu.

Ve üstelik bu tür çıkışların, bilimsel karşılığı da yoktu.

Sen büyük bir milli varlığı görmezden gel, onu oluşturan etnik parçalara göre kendini adlandır ve ona göre bir yer edinmeye çalış; olacak şey mi?

Sen şuyum, buyum diyor, cafcaflı sözler söylüyorsun ama ey arkadaş:

Ölçün ne?

Seni o etnik kimliğe ait kılan şeyler neler?

Bunların hiç birisinin yanıtı yoktu.

Saçma sapan gevelemelerden ve laf cambazlıklarından öte anlam taşımıyordu bu safsatalar…

Bu büyük bir emperyalist oyunuydu ve temeli de 'Böl, parçala, yönet!' ilkesine dayanıyordu.

***

İşte Atatürk, bu oyunu bozarak, Anadolu insanını modern bir ulus kimliği çevresinde toparladı…

Ve kesin yanıtını verdi, Türk Milleti'ni tanımlayarak:

'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halkı'na Türk Milleti denir!'

Soy var mı bu tanımda?

Yok.

Etnik bir vurgu var mı?

O da yok.

Ne var?

Çağdaş bir ulus algısı üzerinde, geçmişi en aşağı yedi bin yıla uzanan Türk Milleti'nin modern tanımı var.

Ve özünde bölmek, parçalamak, dağıtmak değil; bütünleştirmek, toparlamak; bir coğrafyanın üzerinde bir modern ulusun varlığına vurgu yapmak vardı.

***

Sağlıklı düşünenler şunu açıkça görüyordu:

Demokratikleşme adına söylenen ırkçı ve etnik vurguya dayanan değerlendirmeler, bir ulusu yıkmaya, parçalamaya yönelik sinsi adımlardır.

Bu dağınıklığı ise ancak ulus gerçeği toparlar; bu da Atatürk'le birlikte zaten bu ülkede yaşanmış.

Bunun sonucunda da modern bir ulus devlet kurulmuş.

Hem de emperyalizmi yenerek ve onu Anadolu bozkırlarında büyük bir yenilgiye uğratarak…

***

Atatürk, Türk Milleti gerçeğini haykırırken, o millet kendi özünden gelen bir istenç ile Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya:

'Atatürk!' demiş…

O yüzden diyoruz zaten:

'Atatürk Türkiye'dir ve Türkiye Atatürk'tür'…