PKK ilk eylemini 15 Ağustos 1984 akşamı 21.30'da Eruh ve Şemdinli'de gerçekleştirdiğinde ben Diyarbakır'da Mücadele adlı yerel gazetenin Yazı İşleri Müdürüydüm.
Sabahleyin Diyarbakır Valisi Hayri Kozakçıoğlu'nun makamına çağrıldık.
O dönemde, Günaydın gazetesinin de Diyarbakır Temsilcisiydim.
Vali Kozakçıoğlu bizden şunu istemişti.
'Bu olay üç-beş eşkıyanın eylemidir. Onları çembere aldık. İstanbul basını işi abartmasın. Türkiye'ye tekrar anarşi geliyor korkusu oluşmasın'
Ve öyle de oldu...
Ertesi gün İstanbul medyası hep bir ağızdan, 3-5 eşkıyadan söz etti.
Çünkü Vali Kozakçıoğlu bütün gazetelerin genel yayın yönetmenlerini birer-birer aramıştı.
İşte Türkiye'nin terörle mücadele anlayışı böyle başlamıştı:
İnkarcılık ve yalancılık
Yazdıklarımıza bizde inanmıyorduk...
Ancak devletimiz böyle istiyordu... Olağanüstü Hal kanunlarıyla yönetiliyorduk.
'Gerçekleri kendi halkından gizleme' konusunda Türkiye Cumhuriyeti devletinin sicili oldukça kabarıktır.
Sonra o 3-5 eşkıya ne yaptı?
27 yılda 7 bin dolayında askeri şehit etti.
Genel Kurmay kayıtlarına göre, bu süreçte 42 bin PKK'lı öldürüldü.
TBMM Göç Komisyonu'nun raporuna göre, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, 3 bin 428 mezra ve köy boşaltıldı.
1 milyon vatandaşımız zorunlu göçe tabi tutuldu.
Teröre kurban giden masum vatandaşların sayısı ise faili meçhuller dahil on binlerle ifade ediliyor. (rakamlar çelişkili olduğu için yazamıyorum)
TBMM'si bütçe komisyonu raporuna göre, terörle mücadeleye en az 300 milyar dolar harcandı..
3 yılda bir sınır ötesi operasyon düzenleniyor.
Bunları birçoğunuz zaten biliyor, ben yine başımdan geçeni anlatacağım.
YIL 1992...
Ünal Erkan Olağanüstü Hal Bölge Valisiydi…
Bende Diyarbakır Söz gazetesinin sahibiydim… Gazetemin günlük tirajı 8 bin dolayında... Bölgenin gündemini belirliyorum. Diyarbakır'da ofset baskı yapan ilk bölge gazetesini çıkarıyorum.
15 Aralık 1992 tarihinde PKK benimle doğrudan ilişki kurdu. Bölgeyi derhal terk etmemi ve yazılarıma da son vermemi istedi.
Emri veren Şemdin Sakık'tı… (parmaksız Zeki)
Vali beye gittim. Yanında ise dönemin Diyarbakır Emniyet Müdürü Ramazan Er'de vardı.
'Beni ve gazetemi, ailemi koruyun, Diyarbakır'da kalıp gazetemi çıkarmak istiyorum. Ben kenti terk edersem, gazetem susarsa Diyarbakır'da Kürt aydını artık yaşayamaz' dedim…
Aldığım cevap aynen şöyle oldu:
'Güvenli biçimde kentten ayrılmana yardımcı olacağız. Kendi can güvenliğimiz bile yok.'
Ben Diyarbakır'dan gözyaşları içinde ayrıldıktan sonra, PKK, silahlı mücadeleye karşı çıkan bütün Kürt aydınlarını aynı yönetimle tehdit etti.
Büyük bir beyin göçü yaşandı… 1992 yılları sonunda kentte ' PKK'ya yanlış yapıyorsunuz' diyebilecek kimse kalmadı.
Meydan PKK'ya ve savaş yanlısı devlete, ve bu terörden büyük rant sağlayanlara kalmıştı.
Savaşın rantı savaşın kendisi kadar kuralsızdır, sınırsızdır.
Kandan beslenmiş, Ege sahillerinde onlarca otel inşa etmiş zenginler gördüm.
Ünlü şair, gazeteci ve yazar sevgili dostum Yılmaz Odabaşı'nın 'Diyarbakır'da gazeteci olmak' adlı kitabı kaynak olması bakımından oldukça önemlidir.
Kitapta benim başımdan geçen olayları da anlatılır,
2004 yılında basılan SERSERİ SORGULAMALAR adlı kitabım PKK ile Derin Devletin dansını içerir.
Ergenekon'un varlığına, 15 yıl önce sayısız olayla tanık olmuştum...
Çünkü beni Diyarbakır'dan sürgün edenin, aslında 'Derin Devlet' olduğunu, PKK'nın da maşa olarak kullanıldığını… Şemdin Sakık'ın itirafçı olmasından sonra yazığı kitaplarda okudum.
D. Devlet istemediklerini, PKK'yı kullanarak imha ediyordu.
Sevgili Ahmet Altan son yazısında 'Kürtler Konuşmalı' diyor… Kürt aydınlarını bir duruş sergilemeye davet ediyor.
Çok haklı…
Lakin Kürtlerin düşünce iklimini 12 Eylül 1980 askeri darbesi tamamen kuruttu. Onun yerini PKK aldı. Yazan, düşünen, bu ülkenin ortak değerleriyle buluşan herkesi yok etti.
Kürt meselesini, Kürt sorununu, onların 100 yıllık tarihsel acılarını terörize etmek iki tarafında işine geliyordu... Öylede oldu...
Sayın Altan'nın aksine…
Ben 'bu ülke bölünecek' korkusu asla taşımıyorum.
Çünkü Kürtlerle- Türklerin asla bir sorunu yok.
60-70 bin cana mal olan bu kirli kanlı süreçte, tüm çabalara rağmen halkı birbirine düşüremediler. Her gün yüzlerce Türk ve Kürt genci evleniyor. Her gün yüzlerce ortak şirketler kuruluyor. Şanlıurfa'nın, Gaziantep'in, Diyarbakır'ın adını taşıyan restoranlar, işyerleri dolup taşıyor, her gün yüzlerce Kürt genci askere koşuyor, her gün milyonlarca Kürt ve Türk aynı camide saf tutuyor, aynı mezarda gözyaşı döküyor. Aynı düğünde halay çekiyor.
Benim bölünme korkum yok…
Uzun yıllar Güneydoğu'da gazetecilik yapan biri olarak tek korkum var.
Bu savaşın rantı çok büyük.
Kimi siyasi rantına bağdaş kurmuş,
Kimi ekonomik rantından kan emiyor.
Kimi, daha global ilişkiler kurmuş, uluslar arası aktörlerle hareket ediyor.
Kimi Türklükten, kimi Kürtlükten besleniyor…
Kimi uyuşturucudan, silah kaçakçılığından, kimi istihbarat parasından, köy koruculuğundan.
Herkes savaşın bir parçasına yapışmış ondan geçiniyor…
Benim korkum cephede,dağda,sınırdaki çocuklarımız içindir…
Bir başka korkumda...
30 yıllık meslek hayatımda izleyebildiğim bütün hükümetleri, PKK provoke etmeyi başarmasıdır.
PKK, şimdi Ak Parti hükümetini de aynı biçimde kendi şiddet iklimine katmaya çalışıyor.
Kısacası, devleti kışkırtarak Kürt halkının dayak yemesini sağlıyor. Bundan beslenerek de büyüyor.
Yakılan her köy, suikasta kurban giden her işadamı, kapatılan her dernek, öldürülen her genç, önemsizleştirilen her vatandaş, onlara birer militan olarak geri dönüyor.
Son sözüm:
Yüksek siyasi idealler peşinde koşanlar bu sorunu asla çözmezler.