Bugün Pazar…

Hiç bitmeyen sevgi ve saygıyla…

Atatürk'ü bu köşede anma ve hatırlama günü…

Bir kez daha…

Az bilinen yaşanmış bir öyküyü paylaşalım…

Bunu yaparken de…

Bu anıyı anlatarak bugünlere taşıyan ve…

'Atatürk'ün Son Günleri' başlığı ile kitaplaştıran…

'Kılıç Ali'yi…

Saygıyla analım…

***

Tarih; 10 Temmuz 1938…

Yani…

81 yıl önce bu hafta…

Marmara'ya masmavi bir yaz inmiş…

Güneş pırıl pırıl…

Martılar ak karınlarıyla Savarona'nın küpeştelerine…

Sürünüp geçiyorlar…

İstanbul…

Ufukta tüte tüte eriyen bir masal şehri gibi…

Atatürk…

Şezlong koltuğunda mavi gözleriyle dalmış, dinleniyor…

Yanında…

Kılıç Ali, Salih Bozok ve doktoru Prof. Neşet Ömer İrdelp var…

Hepsi dalgın…

Atatürk'ün çevresinde susuyorlar…

***

Atatürk, birden silkiniyor…

Sanki…

Üstüne abanmış güçsüzlüğü, uyuşukluğu…

Sırtından atmak istiyormuş gibi…

Sanki karaciğerini kemiren derdi…

Çiğneyip, ezecekmiş gibi doğruluyor:

'Bir motor gezintisi yapalım…'

Çevresindekiler bakışıyorlar…

Sarsılmaması gerek…

Yorulmaması gerek…

Ayakta kalmaması gerek…

Gözler, doktor Neşet Ömer'de sabitleniyor…

'Acar motorla hem de… Özledim Acar'ı… Nicedir kullanmıyoruz…'

Kılıç Ali, Neşet Ömer'le göz göze geliyor:

'Yorulmaz mısınız Paşam?'

Çünkü daha önce de böyle gezintilere heves etmişti ama…

Prof. Fissinger kesinlikle önlemişti…

Olsa olsa…

Sandalla, çok uysal bir denizde 5-10 dakikacık dolaşabilirdi…

Hapsi o kadar…

Atatürk, diri bir hamle ile ayağa kalkıyor:

'Hayır, çok iyiyim! Küçük bir gezinti beni büsbütün diriltecek!'

Dr. Neşet Ömer boynunu büküyor…

Biliyordu ki…

Engellenirse morali bozulacak…

Engellenmezse rahatsızlığı artabilecekti…

Bunların ikisi de birbirinden kötü…

Ulu Önder'i güçlendirmek için:

'İyi görünüyorsunuz Atatürk… Kısa olmak şartı ile engel olmam…'

Atatürk, çocuklar gibi sevinmişti:

'Ha'di gördünüz mü? Doktor da izin verdi, ne duruyorsunuz?'

***

Kısa bir süre sonra Acar motorundaydılar…

Atatürk…

Gerçekten dinçleşmiş…
Yüzü pembeleşmişti…

Eski güzel günlerde olduğu gibi…

Canlı ve candan davranıyordu…

Afet İnan, evlatlığı Sabiha da motordaydılar…

Florya'ya gelindiği zaman…

Atatürk'ü böyle diri, güleç ve zinde görenler…

O'nu çılgınca alkışlıyor…

'Bin yaşa Atatürk… Canım sana feda…' diye…

Bağırıyorlardı…

Atatürk…

Bu sevinç kesilmiş kıyıları dolduran halkı selamladıkça…

Sanki denizler ve kıyılar…

Çılgın bir heyecanla O'na doğru koşuyorlardı…

Bu, ruhların kucaklaşması…

Görülecek bir tabloydu…

***

Acar motoru, kıyıları oya gibi izleyerek…

Dolmabahçe önüne geldi…

Doktor ve beraberindekiler…

Savarona'ya çıkmasını bekliyorlardı…

Atatürk…

'Boğaz'da bir tur daha atalım…' dedi…

Öyle yaptılar…

Atatürk'e direnmeye kimsenin gücü yoktu…

Yine kıyıya en yakın yerlerden geçiyordu motor…

Ve…

Atatürk'ün motorunu gören İstanbullular…

Yıldız yıldız sevinç çığlıkları ile…

Ulu Önder'i selamlıyorlardı…

O ise, hem gülümsüyor…

Hem de…

Yorgun elini sallıyordu sevgili halkına…

Sevilmenin mutluluğunu yudum yudum içiyordu…

***

Bebek Koyu'na girildiği zaman…

Deniz sandal kesilmişti…

Genç kızlar, delikanlılar, yaşlılar…

Kıpırdayan sandallar içinde…

O'na ellerini uzatıyorlar, alkışlıyorlar…

'Atatürk, Atatürk, Atatürk!' diye…

Tempo tutuyorlardı…

Bu yolculuk…

Rumeli Kavağı'na kadar sürdü…

Tam o sırada…

O bütün yol boyu ışıldayan mavi gözleri gölgelendi…

Yüzünün pembeliği uçtu, balmumu sarısı bir renk aldı…

'Savarona'ya dönelim…' dedi ve ekledi:

'Hem de bütün hızımızla…'

***

Acar motoru, Boğaz'ın sularında adeta uçuyordu…

Atatürk, salona geçmiş…

Bir koltuğa gömülmüştü…

Çıt çıkmıyordu salonda…

Kimse ne konuşuyor ne de kıpırdıyordu…

Herkes Atatürk'ün solgun yüzüne bakıyordu…

***

Bu, O'nun son gezisi oldu…

Temmuz'un 23'üydü…

Bir kez daha…

Ama bu sefer Savarona ile…

Florya'ya ve Boğaz'a çıkacak…

Sonra…

Dermanı tükendiği için…

Kılıç Ali ve İsmail Hakkı Tekçe tarafından…

Bir koltukta Dolmabahçe Sarayı'na taşınacaktı…

Ölüm döşeğine düşmüştü artık…

***

Ve, o tarihten sonra…

Atatürk'ün sofrası da bitmişti…

Yurt ve dünya meseleleri…

Artık O'nun sofrasında fikir çiçekleri halinde açmayacak…

Türk Ulusu'nun nabzı…

Artık çarpmayacaktı…

***

Atatürk Sofrası'nın kalemlerinden biri olan Falih Rıfkı Atay…

O günleri şöyle yazıyor:

'Mustafa Kemal'in özelliklerinin başında, çok düşünmek, çok danışmak, kendi inandıklarını iyice kontrol etmek ve başkalarının da O'na inandıklarını görmek gelir… Anadolu'ya geçmezden önce İstanbul'da görüşmediği ne dost, ne düşman kalmıştı… Sonrasında, bütün eserleri ve fikirleri duymak, kendisininkilerle karşılaştırmak için o sofra başlıca vasıta olarak kullanılmıştır…'

***

Ne bi'daha Savarona ile gezebildi…

Ne de 'o sofra'ya arkadaşları ile oturabildi!

Nokta…

Sonsöz: 'Türk Ulusu'nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu o sofra… / Sabiha Gökçen – Atatürk'ün manevi kızı…'