Cuma günü, konuşmacı olarak gittiğim İstanbul'da, Cumartesi sabahı eğitime başlamadan oğlumdan gelen: 'Anne, ben iyiyim' mesajını alınca, donup kaldım. Mesajın devamında 'olay yerinden uzaktayım' diyordu. Neler olduğunu anlamadan, çevremdeki kişilere yönelerek, Ankara'da bir şey mi oldu diye sordum ve yürekler acısı olayı orada duydum. Allak bullak oldum birden, bir annenin çocuğundan aldığı bir mesaj anı bu kadar onu rahatlatırken, aradığın halde açılmayan bir telefonun nasıl olacağının düşüncesi içine girdim aniden. O meydanlara gelen kişilerin, ailelerini onların durumlarını öğrenmek için aradıklarında 'şu anda ulaşılamıyor' mesajının arkasındaki 'ölüm sessizliğini' ve 'çığlığını' düşündüm. Yıkıldım birden, analar, babalar, sevgililer ve dostlar için.

Oğlumdan aldığım ' ben iyiyim' mesajı beni mutlu kılarken bir yandan kaybettiğimiz onlarca vatandaşımızın ve bir o kadar sevdiğim ülkem ve ülkem insanları için ağladım için için…

Evet, Ankara'da 'Emek, Barış, Demokrasi Yürüyüşü' için 81 ilden gelenlerin toplandığı meydanda 3 saniye arayla iki bomba patladı. Çivi ve bilyelerle güçlendirilmiş patlayıcı can kaybının artmasına neden oldu. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB öncülüğünde düzenlenen yürüyüş için Ankara Garı'nın önünde toplanan insanlar halay çekerken yaşandı her şey.

Bir görgü tanığı: 'Patlama çok yakınımda oldu. Birdenbire kendimi havada gördüm, yere düştüm. Kalktım kaçmaya çalıştım ama kaçamıyordum. Çünkü kandan ayağım kayıyordu' dedi. Polisin gaz sıktığı noktadan uzaklaşırken gözleri gazdan değil, gördüğü kandan kırmızıya dönmüş kadın ağlayarak haykırıyordu: 'Hep mi öleceğiz, bizi her biçimde öldürüyorlar, hep mi? diyordu. Bir başkası: 'çocuğumun üzerinde kimlik yoktu bulamazlar onu' diye haykırıyordu gelen geçene…Kısacası Ankara Garı'nın önünde, ağlamaya çok alışmış bir ülkenin kana bulanmış umutları yatıyordu.

Bir gün sonra çıkan gazete haberlerinde siyasi partilerin genel başkanlarının beyanatlarını okuduktan sonra, kocaman bir soru işareti vardı kafamda. Çünkü;

Erdoğan: 'Göstereceğimiz dayanışma teröre vereceğimiz en anlamlı cevap olacaktır' diyordu. Davutoğlu: 'Her zamankinden daha çok beraberliğe ihtiyacımız var'. Bahçeli: 'Canlı bombalar başkentimize kadar geliyorsa bu sorumsuzluk ve ihmalkarlıktır' Demirtaş ise: 'Biz birlikte yaşamayı savunan bir partiyiz' diyerek beni daha da şaşırtmaya devam ediyorlardı.

Ülkemiz yaşamaz bir hale gelmişti. Ülkemiz yönetilemez hale gelmişti. Ülke, ölümlerin kol gezdiği bir ülke olmuştu. Ülke, insanların gönül rahatlığı ile sokağa çıkamadığı bir ülke olmuştu. Ülke, babaların anaların çocuklarının yolunu gözlediği bir ülke olmuştu. Yani, ülke ülke olmaktan çıkmıştı.

İstikrar, istikrar diyen 14 yıllık partinin ne demek istediğini artık anlayamıyordum. Eğer istikrar böyle olacaksa, vay halimize demek istedim bir an. Güney doğu savaş alanına dönmüştü. Büyük kentler bombalı saldırılar için açık alanlar haline gelmişti. Türkiye tarihinin en büyük saldırısı rahatlıkla düzenlenebiliyordu. Ve bizler de bu hükümetin istikrar peşinde olduğunu düşünüyorduk. Ülke yabancı istihbarat teşkilatlarının ve bilimum terör örgütlerinin laboratuvarı haline gelmişti. Çevremizdeki bütün ülkeler ile dostluk bağlarımız kopmuş, itibarımız yerlerde sürünür olmuştu. Sen ve ben diye ikiye üçe bölünmüştük ve birileri bize 'ee istikrar böyle olur' diyordu.

Kılıçdaroğu: 'Bu ülke bunları hak etmiyor' derken çok doğru söylüyordu aslında. Peki o zaman ne yapmak gerekiyordu. Siyasi resmi nasıl doğru okumak gerekiyordu. Saldırının arkasındaki gerçekler neydi?, yeni saldırıları önlemek için başta güvenlik bürokrasisi ne kadar sağlam çalışıyordu?, bütün sorumluluk kimdeydi? Hükümette mi, o zaman hükümet nerdeydi? Bu ülkeyi bu duruma düşüren kişilerden ne zaman hesap soracaktık? Kimdi bunlar?

Haydi bütün bu sorulardan vazgeçtim. 1 Kasım'dan sonra ne değişecekti? Değişmeyecek olan bir tablo için neden bu kadar beklemiştik? Neden bu kadar kişi ölmüştü?

Hafta içinde Başbakan Davutoğlu, MHP ve CHP liderlerini bir masa etrafında buluşmaya davet etti. CHP lideri kabul ederken, MHP lideri hangi amaçlarla red yanıtında bulundu. Bu kararı hangi şartlarda ne amaçlarla verdi?

Neden HDP'ye teklif bile edilmedi. Doğu illerimizde yüzlerce, binlerce insan bu partiye oy verdi. Nasıl olurda bu insanları dikkate almama lüksünü birileri kendisinde görüyordu? Bir örnek vermek gerekirse. bir babanın 3 tane çocuğu olduğunu düşünelim. Üç çocuğuna bir teklif götürüyor, biri kabul etmiyor, birine zaten babasını bile tanımıyor, öbürü de zaten laf olsun diye gidiyor. Şimdi soruyorum burada ne yanlışlık var?

Kim kimden habersiz? Ya da oynanan bu oyunlarda biz vatandaşlar ne kadar mağdur kalmaya devam edeceğiz? Bir oyun oynanıyor önümüzde, biz seyrediyoruz. Bazen ağlayarak bazen de şaşkın gözlerle bakıyoruz. Manzara aslında vahşet bir durumda. Bir ana 'çok şükür oğlum eve geldi' derken, bir işadamı' çok şükür yine cebim para gördü' derken, bir yandan şehit anaların ağlayışları, bir yandan kopan vücutların havalarda uçuşları, bir yandan geleceğini göremeyen nice insan manzaraları yaşanıyor ülkemizde...

Her sabah uyandığımda artık mutlu uyanıyorum. Her akşam yatağıma yatarken yarının ne olacağını düşünerek yatıyorum. Bir vatandaşım ben aslında. Ama ben bu vatanı çok seven bir vatandaşım. Bu ülkenin böyle yönetilmesini istemiyorum. Evet, binlerce kez söyleyebilirim ki, hiç birimiz hak etmiyoruz bunları. 14 yıllık hükümetin sonunda bu ülkeyi bu hale getirilen insanların muhakkak cezasız bırakılmaması gerektiğine inanıyorum. 1 Kasım seçimlerini çok önemsiyorum ama verdiğim partinin çok güçlü bir liderle yola çıkamayacağına da inanıyorum. Ne sağa bakabiliyorum, ne de sola. Beni yansıtacak bir ayna bulamıyorum.

Ama tek duyduğum bir ses var 'anne, ben iyiyim' diyor. Bu ülkede yaşayan anaların huzura ihtiyacı var. Ne inada, ne kavgaya… Sadece BARIŞA ve KARDEŞLİĞE….