Neşe ÖNEN
Dün ve bugün Türkiye (3): 'Dans eden ayılar' ve 'Sokak hayvanları'
22 Eylül 2024 Pazar

Doğduğum şehir İstanbul'un Fındıkzade semti, bugün İstanbul'un merkezi noktalarından biri olarak bilinmekle birlikte, Roma ve Bizans dönemlerine kadar uzanan derin bir geçmişe sahiptir. Semtin, Bizans’tan itibaren bütün dönemlerde, şehir yapısı ve kültürel dokusuna etkileri dikkat çekicidir. Fındıkzade'nin coğrafi konumu, tarih boyunca hem yerleşim hem de ticaret açısından stratejik bir bölge olmasını sağlamıştır. Roma döneminde, Fındıkzade ve çevresi, daha çok tarımsal üretim yapılan kırsal bir alan olarak biliniyordu. Özellikle şehir dışındaki zeytinlikler, bağlar ve çeşitli meyve bahçeleri bu bölgede yaygındı.

Bizans döneminde, İstanbul’un sınırları genişledikçe, Fındıkzade ve çevresi de şehrin bir parçası haline geldi. Bölge, “Theodosius Surları’na” yakın bir konumdaydı. Bu surlar, İstanbul’u kuzey, güney ve batıdan gelen saldırılara karşı koruyordu.

Osmanlı döneminde Fındıkzade, yine kısmen kırsal bir alan olarak kaldı. Bölgede tarım faaliyetleri devam ederken, şehir içindeki ticaret yollarına yakın olması nedeniyle ticaretle uğraşan halk için de cazip bir yerleşim yeri haline geldi.

Cumhuriyet döneminde ise Türkiye’nin farklı bölgelerinden İstanbul’a büyük bir göç dalgası yaşandı. Özellikle 1950’lerden sonra Anadolu’dan İstanbul’a göç eden aileler, şehrin çeşitli mahallelerine yerleşti. Fındıkzade de bu göç hareketlerinden etkilendi ve bölgedeki demografik yapı değişti. Anadolu’nun farklı bölgelerinden gelen Müslüman Türk aileler Fındıkzade’ye yerleşerek, bölgenin yeni nüfusunu oluşturmaya başladılar.

İşte benim Fındıkzade’deki öyküm burada başlıyor. Babam Elazığ’dan 15 yaşında, 1950’lilerin başında İstanbul’a çalışmak için geliyor. Çalışmak dediysem, bir işi ya da mesleği olduğu için değil. Doğduğu köyde, kendinden küçük on bir (bunun beşi bebekken ölmüş) kardeşine bakabilmek için, ilkokul ikinci sınıfta okulu terk etmek zorunda kalıyor ve çobanlık yapmaya başlıyor.

Bana, çok zeki ve okuma heveslisi olduğu için öğretmenin onu sık sık övdüğünü, ancak İstanbul’a göç eden babasının, annesine ve kardeşlerine bakmadığı için çok sevdiği okulunu bırakmak zorunda kaldığını, her defasında gözleri nemlenerek anlatırdı. Seksen beş yaşında ölümünden kısa bir süre önceki ziyaretimde, okulu bırakmak zorunda kalmanın acısını içinde hiçbir zaman dindirememiş babam, çocuk gibi hüngür hüngür ağlamıştı.

Velhasıl, babam İstanbul’da kendisine evini açan ve çocukları olmayan amcası ile yengesinin, Fındıkzade semti ve Ömer Seyfettin Sokağı’ndaki evlerinde kalmaya başlıyor. Bir süre sonra hamal olarak iş buluyor. Maalesef, dedem aslında hayatta olmasına ve İstanbul’a babamdan çok önce göç etmesine rağmen, babama hiç sahip çıkmıyor…

Benim büyüdüğüm yıllarda, İstanbul da Fındıkzade de olağanüstü bir yerdi. Günümüzdeki ulaşım sistemi/araçları, altyapısı, binaları, evlerin içindeki konfor ve kullanılan teknolojik aygıtlar şimdiki gibi gelişmiş değildi. Ancak, şimdiki nesillerin belki çok küçük yerleşim yerleri dışında deneyimleme şansının pek olmayacağı türden komşuluk, arkadaşlık, esnaf/müşteri ilişkileriyle yoğrulan bir mahalle kültüründe büyüdük…

O zamanlar İstanbul’un nüfusunun, bugüne kıyasla çok daha az olmasının, bundaki payı elbette yadsınamaz. 1950 yılında İstanbul’un nüfusu 1 milyonun biraz üzerindeyken, 1965 yılında yapılan genel nüfus sayımına göre İstanbul’un nüfusu 2.293.000 civarındaydı ve bu sayı benim doğduğum 1966 yılında yaklaşık 2,5 milyona ulaşmıştı. Dolayısıyla, benim kuşağım İstanbul’un, yoğun yapılaşma nedeniyle henüz bozulmamış tabiat güzelliğini doyasıya yaşarken, küçük yerlere özgü samimi/yakın ilişkilere dayalı bir yaşam kültürünün de içinden geçerek olgunlaştı.

1960-1970’li yılların mahalle kültürü deyince, bu başlığın altına sığdırılacak o kadar çok anekdot var ki hangisinden başlamalıyım diye düşünürken nedense aklıma ilk olarak, çocukluğumuzun ayı oynatıcıları düştü.

İstanbul Dergi’nin 24 Ağustos 2021 tarihli internet sitesinde, ayı oynatıcılığı hakkında yer alan (Murat Toklucu Arşivi, İBB Atatürk Kitaplığı Arşivi) “Ayıların Başına Gelenler” adlı bir makaleden bazı ilginç pasajlar paylaşmak istiyorum:

“Toplumun Aynasında Ayı kitabının yazarı antropolog Robert Eugene Bieder, ayıları arka ayakları üstünde durup dans etmeye zorlamanın Hindistan’da başladığını, daha sonra Çingene toplulukları tarafından Anadolu’ya ve Avrupa’ya taşındığını, Avrupa’da Roma döneminde ayı oynatıldığına dair kanıtlar olduğunu yazar. Marmaray ve metro kazılarında bulunan hayvan iskeletleri, ayı oynatmanın, İstanbul’da Bizans döneminde de var olduğunu gösteriyor.

Osmanlı döneminde daha çok Romanların ug?ras?tıg?ı bir is? olan ayı oynatıcılıg?ı, Roman nüfusun kalabalık olduğu bazı Balkan ülkelerinde ve İstanbul’da kabul görmüş? bir meslekti. Evliya Çelebi on yedinci yüzyılda İstanbul’da 70 “ayı esnafı” bulunduğunu yazar. Tarihçi Muzaffer Albayrak ise on dokuzuncu yüzyılda yerleşiklerden daha kalabalık olan gezici ayı oynatıcıların, gittikleri yerlerde ruhsat alıp vergi verme zorunluluğu olduğunu aktarıyor.

Gösterilerde kullanılan ayıları yetiştirmek için zalim bir yöntem uygulanıyordu. Dog?al ortamından alındıktan sonra tırnakları ve dişleri sökülen, bazen gözlerine kurşun do?ku?lerek ko?r edilen birkac? aylık yavru ayı kızgın sacın u?zerine c?ıkarılır, ayakları yanınca bir o ayag?ını bir dig?er ayag?ını kaldırmaya, zıplamaya bas?lardı. Ayı zıpladıkc?a tef c?alınır, tef sesine s?artlanan ayı sacın u?stu?nde olmadıg?ı zaman da ayaklarının yanacag?ını sanıp aynı hareketleri yapardı. Ayının insandan birkac? bin kat daha hassas olan burnuna ac?ılan delig?e halka takıp, halkaya bag?ladıg?ı zinciri beline dolayan, bir elinde tef, bir elinde sopa bulunan ayı sahibi, sokaktaki go?steri esnasında tef c?almaya, sesi duyan ayı da “oynamaya” bas?lardı. Eg?er ayı isteksiz davranacak olursa “ayıcı” olarak adlandırılan oynatıcı elindeki sopayla hayvanı du?rterek ya da burnundaki zinciri c?ekip bırakarak hareketlenmesini sag?lardı

Yirminci yu?zyıla gelindig?inde ayı oynatma, I?stanbullular ic?in kanıksanmıs? bir etkinlikti. Ancak hayvanların is?kenceyle eg?itilmesine tepki go?stermeye bas?layanlar da vardı.”

Ben bu bilgilere, kendi anekdotlarımı da eklemek istiyorum: Ayı oynatıcıları, sokaklarda gösterilerine başlarken, ellerinde tef ya da davul çalarak ve genellikle ritmik tekerlemeler ya da şarkılar söyleyerek sokaklara girerlerdi. Bu şarkılar, gösteriye davet amacı taşır ve halkın dikkatini çekmek için kullanılırdı.

Bu tekerlemelerden birkaç tanesi şöyleydi:

"Ayı gelir, kocaman, Bakın bakın şu heybetine, Oynar ayı, sallanır, hem de çok güzel dans eder!"

"Haydi bakalım ayıcık, Kaldır elleri yukarı, Oyna, oyna ayıcık, Herkese neşe verirsin sen!"

"Dön bakalım ayıcık, Dön, dön, dön, dön etrafında, Ayıcık ne güzel dans eder, Çocuklara neşe verir her yerde."

Hiç unutamadığım, ayı oynatıcılarının gösterilerinde sıkça yer alan “Hamamda karılar nasıl bayılır?" seyriydi. Bu şovda, ayı oynatıcıları, genellikle “Kocaoğlan, Bozo, Yumak” gibi adlar taktıkları ayıya dönerek “hadi Kocaoğlan, göster şu güzel ablalara, kardeşlere, hamamda karılar nasıl bayılırmış” diye sorduktan sonra ayı, insan gibi yere yığılır, başını öne eğerek ya da sırt üstü uzanarak, bayılma taklidi yapardı. Bu hareket, hamamda sıcak buhardan dolayı bayılan bir kadını taklit eden, mizahi bir durumdu. Hamamlar, o dönemde halk kültüründe önemli bir yere sahipti ve hamamda sıcak nedeniyle bayılmalar, abartılı bir şekilde, halk arasında mizah konusu olmuştu.

Ayı oynatıcılarının, burnuna takılı halkayla zincire bağlayarak sokak sokak dolaştırdığı zavallı hayvancık hem büyükler hem de çocuklar tarafından en çok alkışı “hamamda karılar nasıl bayılır” gösterisiyle alırdı. Öyle ki ayının gösterileri arasında, tefiyle etrafta toplananlardan, “gönlüne göre” verilen paraları toplayan ayıcı, yoğun istek üzerine, yakasını bırakmayan şamatacı çocuklar yüzünden, birkaç kez daha bu sahneyi tekrarlamadan sokağı terk edemezdi.

Yukarıda adı geçen “Ayıların Başına Gelenler” adlı makaleye göre; ayıların sokak gösterilerine zorlanması, daha 1920’lerde iken kamuoyunda tartışılmaya başlanmıştı. 1912 yılında kurulan ve ilk hayvan hakları örgütü olan “Himaye-i Hayvanat Cemiyeti (Hayvanları Koruma Derneği)” deve güreşi, horoz döğüşü ve ayı oynatıcılığı gibi hayvanlara eziyet veren gösterilerin yasaklanması için mücadele veriyordu. Bunun sonucunda 1929 yılında çıkartılan bir yasayla ayı oynatıcılığı yasaklandı. Ancak zamanla bu yasanın uygulanması gevşemeye başladı ve ayı oynatıcılığı yine devam etti. Nihayet

1980’li yılların sonuna doğru hayvansever cemiyetlerin çoğalması ve uluslararası çevre ve hayvan örgütleriyle bağlar kurmaya başlaması neticesinde, hayvan hakları savunusunda daha ciddi adımlar atıldı.

24 Şubat 1992’de WSPA (Dünya Hayvanları Koruma Vakfı) bir rapor yayımlayarak Türkiye, Yunanistan ve Japonya’da ayılara işkence yapıldığını açıkladı ve Yunanistan ile Türkiye’yi “sırf insanları eğlendirmek için ayıları acımasız uygulamalara maruz bırakmakla” suçladı. Daha sonra, WSPA yöneticileri “Dans Eden Ayılara O?zgu?rlu?k” adlı bir kampanya başlatarak, yöneticilerini gözlemde bulunmak üzere Türkiye’ye gönderdi. Ankara’daki yetkililerle de görüşen WSPA temsilcileri gazetelere verdikleri beyanlarda; İstanbul’da Gülhane Hayvanat Bahçesi’ndeki ayıların, Roman ayı oynatıcılarının baktıg?ı ayılardan c?ok daha ko?tu? durumda oldug?unu tespit ettiklerini açıkladılar.

1993 yılı Ag?ustos ayında Marmaris’te oynatılan bir ayının, ayag?ını sakatladıg?ı ic?in koltuk deg?neg?iyle gezen fotog?rafının, I?ngiliz “Sunday Mirror” gazetesinde yayımlanması, ayılara yapılan eziyet konusunda, diğer birc?ok Avrupa ülkesinde ve ABD’de uluslararası tepkilerin yayılmasına neden oldu. WSPA ve Sunday Mirror’ın o?ncu?lu?g?u?nde bas?latılan uluslararası yardım kampanyasında toplanan para ve hükümetin de ayırdığı bütçeyle sokakta oynatılan ayılar toplanarak önce Uludağ’daki bir kampa, bir su?re sonra da Bursa Karacabey’de kurulan ayı barınag?ına nakledildi.

Neyse ki günümüzde artık “ayı oynatıcılığı” kalmadı. Çocukluğumda, bizim için neşeli bir gösteri ve sokak hayatının vazgeçilmez eğlencesiydi. Şimdi anlıyorum ki büyüklerimiz cahildi ve çocuklar da maalesef bu cahilliği bilinçsizce sürdürüyorlardı. Yine de benim neslimdeki çocukları yargılayıp haksızlık etmek istemem. Unutmayın ki televizyon bile evlere yetmişli yılların başında yeni girmeye başlamıştı. Örneğin, bizim eve, siyah beyaz Alman marka “Telefunken” televizyon,1973 yılında ben yedi yaşındayken gelmişti. Üstelik ilk yayın tarihine başladığında TRT, 24 saat yayın yapmıyordu. Çocuklar da dahil tüm toplumu eğitecek iletişim araçları yaygın değildi. Biz çocuklar çaresiz, büyüklerimizden gördüklerimizi öğrenmiş, onların geleneklerini kabullenmiştik.

Türkiye’de dün, sokaklarda “dans eden ayılar” için yapılan mücadelelerden, bugün, sokak hayvanları denilen sahipsiz kedi ve köpeklerin katledilmemesi için yapılan mücadelelere gelme noktasında epey mesafe kaydettik. Dünün Türkiye’sinde “sahipsiz kedi ve köpeklerin” katledilmemesi için örgütlü bir hayvan hakları savunması pek yoktu.  Aynı zamanda, hayvan hakları bilincinin bu dönemde Batı'da olduğu kadar yaygın olmadığını söylemek de mümkün.

Buna rağmen, hayvan hakları savunusunda, aşılacak daha çok yol görünüyor! Bütün sahipsiz kedi ve köpeklerin korunduğu, eziyet edilmediği ve katledilmediği günlerin gelmesi için ise dünün Türkiye’sindeki “dans eden ayılar” için gösterilen örgütsel mücadele ve toplumsal dayanışmanın, bugünün Türkiye’si için de nasıl iyi bir emsal teşkil ettiğini görmekte büyük fayda var…

Yazdır   Önceki sayfa   Sayfa başına git  
YORUMLAR
 Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 

Bu haber henüz yorumlanmamış...

FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
Latife Hanım çam devirince!
Neşe ÖNEN
Neşe ÖNEN
Dün ve bugün Türkiye (3): 'Dans eden ayılar' ve 'Sokak hayvanları'
İhsan Özbelge ÖZDURAN
İhsan Özbelge ÖZDURAN
'Eskidendi çok eskiden...'
Ayda ÖZEREN
Ayda ÖZEREN
Metanoya!
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Türkiye'nin İslam’la sınavı
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
Kamu yararı Çeşme Projesi’nin neresinde?
Kemal ANADOL
Kemal ANADOL
12 Eylül ve yeni Anayasa
Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Atatürk’ün Toprak Kanunu ya da feodalizmin tasfiyesi uğraşısı
Dr. Hakan TARTAN
Dr. Hakan TARTAN
Siber ve milli!
Rifat ÖZER
Rifat ÖZER
Germir bağları
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
FACEBOOK'TA EGE'DE SON SÖZ
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva