Nerden başlayacağımı bilmiyorum ama adım adım yazmaya kararlıyım; bir gün uyanıyorum gazetede bir köşe yazarı şöyle diyor: 'Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın verilerine göre, sadece sosyal yardım hizmeti veren kamu kuruluşlarının 2013'te dağıttığı sosyal yardım miktarı 20 milyar 64 milyon 267 liracık. Henüz belli olmayan geçen yılki artış da eklendiğinde, bu rakamın bu sene 30 milyarın üzerine çıkması bekleniyor. Yani; devlet kömür, gıda, 65 yaş üstü maaş, engellilere destek, evde bakım, kadına yardım gibi isimler altında bu parayı bir şekilde vatandaşa dağıtıyor. Sistem o kadar güzel çalışıyor ki, aynı kişi önce sabahleyin Belediye'ye gidiyor, öğlen saatlerinde Kaymakamlı'ğa, öğleden sonra da Vakıf'lara uğruyor, ooo Allah bin razı olsun devletimize, neden çalışsın ki, böyle kolay para kazanarak doğrudan vatandaşın eline tutuşturarak 'sadaka kültürünü' bizlere öyle alıştırıyor ki, sonunda kasada para kalmadığında acaba biz sonra ne yapacağız diyen olmayacağı için, ekmek elden su gölden yaşadığımızı öğreniyoruz.
Bu haberin şokunu içselleştirmeye çalışırken İslamcı bir yazar: 'Erkeğin, kadın haber spikeri izlemesi sakıncalıdır' diyor. Bu insanlar her halde şaka yapıyorlar derken, ülkenin Sağlık Bakanı çıkıp basında: 'Kadınların annelik kariyerinin dışında başka bir kariyeri olmasının ne kadar anlamsız olduğundan bahsediyor'. Bu ve benzeri haberler artık günümüz medyası aracılığı ile fazlasıyla duymaya başladığınız için 'eee bakalım başka neler duyacağız' diyorsunuz. Hemen arkasından da: 'dibe vuruyoruz, bakalım sonra nasıl kalkacağız' diyorsunuz. Bunu hatta bizim gibi okumuş, bilim irfan görmüş, Atatürk ilkelerine inanan aydın kişiler söylüyor. Kimse artık uzaydan bir liderin geleceğini düşünmüyor, zaten içimizden de birisinin çıkacağına inanmadığız için, sessiz oturuşumuzu sürdürmeye devam ediyoruz. Aman bana kimse dokunmasın, ben de yuvamdan çıkmayayım kültürü öyle bir kanıksanır hale gelmiş durumdaki filmi siz de hayal meyal seyretmeye devam ediyorsunuz.
Sonra bir gün yine gazete haberlerine gözünüz takılıyor. Anadolu Partisi Genel Başkan'ı Emine Tarhan ile yapılan röportaj alıntısında, parti olarak 2015 seçimlerine hazırlanan Tarhan'ın bir sözüne takılıp kalıyorsunuz: Tarhan diyor ki: 'Mecliste umutsuzlara umut olacağız, başaramazsak gençlere devredeceğiz' diyor. Bu sözün anlamını düşünüyorsunuz, bir işe başlamadan sonucunu bilmek her halde ancak böyle olur diyorsunuz. Sıkışmış siyasetin kısır döngüsü içinde, karanlığa gidişin, tek adamla yaşayışın acımasız kabullenişini hemen iliklerinizde hissediyorsunuz. Demokrasiyi, demokrasi kılan muhalefettir, muhalefetin gücüdür diyen Tarhan, sözlerine CHP'den neden ayrıldığını anlatarak devam ediyor. –Ben, Atatürk'ün sözden ibaret olmadığını'- düşünüyorum diyor. Şimdiye kadar bu ve benzeri düşünceye sahip kişiler ile yıllardır partide neler yaptığını ona soramıyorum, sadece bundan sonra hangi inanç içinde yoluna devam edeceğini merak ediyorum. 'Feda geleneği' dediği bir düşünce aklıma takılıyor; ülkemiz için, inançlarımız için, ilkelerimiz için bir takım şeylerden feda etmeliyiz derken, bunların neler olduğunu ya da olabileceğini düşünüyorum.
Ümidimiz kalmamışken, beklerken, bir kıvılcım bekliyorum. Benim gibi arkasında kimse yokken bile, umudunu halen yitirmeyen birisi olarak yüksek sesle: 'Neler oluyor nerdesiniz, haydi toplanın güçlenin yok mu hiçbir baba yiğit 'diyesim geliyor.
Ve bir gün Mimar Cenk Dereli'den bir mail alıyorum. Çok içten bu mail, beni tekrardan coşturuyor, umutlarımın yeşermesine neden oluyor. Dereli: 'Doktora tezimin konusu; İzmir'in, Unesco tarafından belirlenmiş 'yaratıcı kentler' kriterlerine uygun olup olmadığını incelemek' diyor. Kente dair, İzmir'de bir şey olmaz, insanı rahattır, kimse ilham verici işlerle uğraşmaz, diye bir algı var diye sözlerine devam ediyor. İzmir'de yaşayan insanlar da genelde bu tespit kendilerinin bir şey yapmaması için bahane olarak kullanıyorlar. Bu şehir şöyle olsaydı, bu yapılsaydı, şu destek sağlasaydı sonsuza kadar hep şikayet hep şikayet diyerek serenatı devam ettiriyoruz…
Şikayet ettiğimiz konulara zaten çözümler bulmuş olsaydık, şu günlerde bambaşka konuları konuşuyor olurduk bu da perdenin arka yüzü…Bir kentin yaşantısının zenginliği, doğrudan o kentte yaşayanların 'yaşama birliği' ile bağlantılı. Biz var ediyoruz o hayatı, bir 'ayna kent'. O yüzden insanlar yaşadıkları yerlerden şikayet ederken, aslında çok otobiyografik bir hikaye kuruyorlar, ama bununla yüzleşmek herkesin harcı değil. Bir yerde bir şey yok ise, en başta o yokluğu tespit edebilenin 'bir şey' yapmamasından dolayı o yok. Bunu kimse anlamıyor, ya da anlamamazlığa gelmek işine daha çok kolay geliyor.
Mimar Cenk Dereli, 'PechaKucha'- İzmir etkinlikleri ile bu şehirde yerel ve uluslararası düzeyde ilham veren işler yapılacağını bana gösterdi. Umuda giden yolculukta, yolcu olarak yapacak olduğum görevlerden asla vaz geçmemem gerektiğini bana bir kez daha hatırlattı. Ne bir kadın spikerin ekrandaki konuşmasının bir erkeği tahrik ettiği hikayesi, ne bir Bakan'ın 'kadının kariyeri' konusundaki nutku, ne de Emine Tarhan'ın umutsuz sözleri… Beni Cenk Dereli çok daha fazla etkiledi. 'Biyat etme kültürü' yerine 'itiraz etme kültürü'nü daha çok benimsemem gerektiğini hatırladım. Bu hafta 'Çevre ve Ekoloji' dersinin sınavında, okuldaki öğrencilerime not vereceğim. Hepimiz pankartlarımızı alarak, çevrenin neden korunması gerektiğine dair bir 'eylem' yapacağız. Buna isterseniz 'protesto' diyebilirsiniz, isterseniz 'radikal bir direniş.' Ama ben, her ne olursa olsun Atatürk'ün ilke ve inkılaplarına inanan, laik bir Türk kadını olarak, Cumhuriyet'ime ve Demokratik haklarımı sürdürmeye devam ederken, gelecek gençlerimizin de bu konuda duyarlı olmalarını gösterecek bir 'duruş' sergileyeceğim. Teşekkürler Cenk Dereli, bana bunu hatırlattığınız için… ve Asla vazgeçmemem gerektiğini bana gösterdiğiniz için… PechaKucha; benim direniş gösterim bundan sonraki günlerimde… farklı bir bakış açısıyla…