'İhanetin en büyüğü, en yakınından ya da en sevdiğinden gelendir' derler. Evet, öyledir. Çünkü insanın canını en çok yakan, en fazla sevdiğidir. Ama bazen, o canını yakan bir sevgili değildir de; örneğin iflah olmaz bir tutkuyla bağlanıp, aşık olduğu bir meslektir.
Lise yıllarında okulda uğradığı bir haksızlık yüzünden 'Ben gazeteci olmalıyım' diyen ve buna karşı çıkan herkese başkaldıran birisinin hikayesini okuyacaksınız bu yazıda… Aynen şarkı sözündeki gibi, o aşık olduğu meslekte, en yakınındakilerin ihanetine uğramış, 'Eller yerine konmuş' bir adamın hikayesidir. Gazetesi olmadan yazdığı 'Gemicik istemem, kulübecik yetiyor ' başlıklı haberle, ülke gündemini değiştiren bir adamın hikayesidir. (Bu hikaye, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü'nde, bu meslekte 'çalışamayan' ya da 'çalıştırılmayan' ve aynen o gündemi yarattığı haberde anlattığı gibi, hayatın savurduğu insanlara ithaf edilmektedir.)
O gündemi yaratan yazıyı kaleme alan kişi 1983 yılında, üniversite sınavına girmeden aylar önce, bir rüya görmüştür. O rüyada gördüğü sınav sonuç belgesinde, 'Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü' yazmaktadır. O rüya gerçeğe dönüştüğünde de, dünyada ondan mutlu insan yoktur.
Başlangıcı ile bitişi ayrı bir öykü olan okul hayatının sonrasında Hürriyet Gazetesi'nde staj yapar. Bu meslekteki ayak oyunlarını, kıskançlıkları, büyük hayal kırıklıklarını yaşar. Başarılıdır oysa… Olay yaratacak haberlere, henüz o günlerden imza atmaya hazırdır. Ancak, ortaya çıkardığı bir haberi, onun bu gazeteden ayrılmasının ardından 'Arena' isimli efsane programda kullanıp, kendisine prim yapmaktan beis görmeyen 'mesleki büyükleri' vardır.
Küser mesleğe ve çekilir kenara… Bir traktör yedek parça firmasında iş bulur. 1,5 yıl boyunca Massey-Ferguson marka traktör yedek parçalarının isimlerini öğrenmek için kafa patlatır. Sonrası askerlik, daha sonrası evlilik ve işsizliktir. Gazete ilanlarına bakar. Boyacı ilanı vardır. Evet, bu işi yapabilir. Çünkü askerlik sonrası yardım için Bursa'ya yanına gittiği dayısından, badana-boya işini öğrenmiştir.
Bu işte ustalığı olmadığından kendisine 'zımpara çekme' işi düşmüştür. Hakkını vermeye çalışır bu işinin de… Sohbet sırasında üniversite mezunu olduğunu, gazetecilik eğitimini aldığını öğrenen, kendisinden yaşça çok büyük iş arkadaşının, 'Yok, daha neler' demesiyle kendine gelir:
'Benim burada ne işim var?'
Gazeteleri dolaşır, iş arar günlerce… İş yoktur. Ardından sınıf arkadaşının yardımıyla Yeni Asır Gazetesi 'Polis-Adliye Servisi'ne başvurur.
Karşısında bu mesleğin duayenlerinden birisi vardır ve kendisini işe almamak için direnirken, gerekçesini şöyle açıklamıştır: 'Ben burada taşeronluk yapıyorum. Sigorta yapmıyorum, çok az maaş veriyorum. Burası sana uygun değil. Sen evlisin, yarın sigorta istersin…'
Sonra devam eder, duayen polis-adliye şefi Mümin Sertbaş: 'Birisinin gazeteci olup olmayacağını ben ilk gününde anlarım, sende bir ışık görmezsem, yarın güle güle derim.'
Kabul etmekten, o kumarı oynamaktan başka çaresi yoktur.
Kumarı kazanır hikayenin kahramanı… Müthiş bir fotoğraf çeker ve şefini hayran bırakır. O fotoğraf kullanılmasın diye sert bir cisimle filmin üzerini çizip kullanılmaz hale getiren iş arkadaşının oynadığı oyuna rağmen başarmış, sınavı geçmiştir.
Ondan mutlusu yoktur ve geçen 13 aylık dönemde birbirinden başarılı haberlere imzasını atmaktadır. O günlerde yazı işlerinde çalışan Yılmaz Özdil'in, koordinatör olan Hamdi Türkmen'in dikkatini çekmiştir. Kadrosuz, sigortasız, sosyal güvenceden yoksun çalıştığı günlerin geride kalması gerekmektedir.
Tam sözleşmesinin imzalandığı gün, bu imzanın atıldığını bilmediği için Günaydın Gazetesi'nden gelen transfer teklifini kabul etmiştir. İlk şefine, kendisinden çok şey öğrendiği duayane yanlış yaptığını yüreğinin derinlerine gömerek dört elle işine sarılır. Yine çok başarılıdır.
Günaydın Gazetesi'nin kapanmasından, Gazete Ege'deki 3-4 aylık geçiş döneminin ardından Milliyet Gazetesi'nde zirveye ulaştığı günler gelmiştir. Ülke gündemine giren sayısız habere imza atar. Kısa sürede İstihbarat Şefliği görevine yükselir.
1999 yılında Türkiye'nin kalbine hançer gibi saplanan Marmara Depremi'nde gösterdiği performansla gazete yöneticilerini kendisine hayran bırakır. O sırada haber müdürü olan sınıf arkadaşı yıllık izindedir ve dönüşünde onun koltuğu kendisine teklif edilir.
Şiddetle reddeder bunu… Çünkü onun kitabında adam satmak yoktur.
Meslek hayatını tehdit eden bir tartışma başlar ve bu onun hiç umurunda değildir. Haber ve fotoğraf ödülleriyle taçlanan mesleki hayatında özgüveni en üst seviyededir, ancak yanılmaktadır.
Yıl, 2001 yılının başlarıdır ve her şeyin yolunda olduğunu düşüncesi bir yanılgıdır. Canından fazla sevdiği kızı Yağmur 6 yaşına basmış, adını Nehir koyacağı hayatının diğer anlamı olan ikinci kızı henüz anne karnındadır. Mesleğinin zirvesindedir. Çalışmaktan, ekonomik krizin ayak seslerini fark etmemiştir. Henüz birkaç ay öncesinde kendisi ve önüne siper olduğu haber müdürü arkadaşına İstanbul merkezde stratejik görevler teklif eden üst düzey yöneticiler vardır, nasıl olsa...
Kriz nedeniyle 5 kişinin işten çıkarılmasını isteyen yönetimi ikna etmeye çalışırken, kendisi ve siper olmaya çalıştığı arkadaşının işsiz kalma tehlikesi altında olduğunun farkında bile değildir. Sonun başlangıcı olan gece, giyotine gönderileceklerin listesini hazırlayanların karşısındadır. 'Arkadaşının kuyruğunu bırak, seni kurtaralım. Aynı maaş ve aynı şartlarla kardeş kuruluşa geçeceksin' derler. Öyle zor bir dönemdir ki… Eşi hamiledir, yeni aldığı evin 4 yıllık kredisinin geri ödemesi henüz başlamamıştır bile…
Bir saniye düşünmeden, burada yazılması hiç de uygun olmayan bir cevap verir. Artık 17 arkadaşıyla birlikte işsizdir.
Sonrası, mesleğinden uzak, danışmanlık ağırlıklı, kısa dönemli gazetecilik hayatı ve kimseye anlatamadığı acılar ve küskünlerle devam eder.
Ardından 2009 yılının Kasım ayında bulduğu en uygun limanda inzivaya çekilir.
Burada, kendisine belki de hak ettiğinden fazla saygıyı gösterenlerin arasında evinin geçimini sağlamaya çalıştığı, hayatının en huzurlu dönemini geçirmeye başlamıştır.
'Uzman çavuşların' yazdıklarını düzeltmeye kalkıştığı, 'Akla gelen her konuyu mutlaka bilen, her konuda ders vermeye hazır' yöneticilerin bulunduğu bir yerde 'Mutluluk oyunu' oynamaya devam etmektedir. En büyük şansı ve bu oyuna devam etme gücü, danışmanlık hizmeti verdiği kişinin kendisine gösterdiği sevgi ve saygıdır.
Emeklilik için gün saydığı bu günlerde, sanki İzmir'de başka bir ilçe kalmamış gibi, kaderin garip bir cilvesi gelip onu bulmuştur. Danışmanlık yaptığı belediyenin sınırları içine; kendisi gibi 'hayatın savurduğu' birisi gelip, yerleşmiştir. Adı Celal Kılıçdaroğlu olan bu kişinin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun kardeşi olduğunu ve inşaat bekçiliği yaptığını duyduğunda, 'Yok canım, olmaz öyle şey' der, ancak gerçeği öğrenip, Türkiye'yi sarsan haberin altına imzasını atar.
Çalıştığı bir gazetesi olmadan, kardeş Kılıçdaroğlu ile ilgili olarak Egede Sonsöz'de yazdığı yazının, kendi imzasıyla sayısız gazete, televizyon ve haber portalında çıkmasının yarattığı 'mesleki mutluluk' anlatılacak gibi değildir. Sonrasında gelen kutlama telefonları ve mesajlar da, 2001 yılından bu yana geçen 12 yılın hesabının kesilmesi gibidir.
Çünkü bu hikayenin kahramanı, 2001 yılının bu mesleğin çöküşünü ifade eden bir milat olduğunu düşünmekte ve bunu her fırsatta seslendirmektedir.
Artık bu meslekte, köfteci yazarlar, kargocu haber koordinatörleri revaçtadır. Yazılan her makaleye, yapılan her habere, kendi cephelerinden bakan iki kampın bulunduğu bir ülkede, gazetecilik gerçek anlamda 'ateşten gömlek' giymektir.
İşte bu duruma düşmüş bir ülkede, yaptığı son haber nedeniyle telefonla ya da mesajla gelen mesajlar, kahramanımızı bu yazıyı yazmaya mecbur bırakmıştır:
'Aslan, yaşlansa da aslandır.'
'En az saçlarının beyazı kadar temiz olan yüreğinle yazdığın bu yazı, sektörün ve sistemin dışına çıkarılan, basın danışmanlıkları veya başka alanlarda geçimini sağlayan biz gazetecileri yeniden yüreklendirdi, güç verdi.'
Burada dile getirilenleri yazmak bir yana, aklından bile geçirme konusunda tereddüt yaşayan kahramanımıza, 'Bugün niye bunları yazıyor' diye sorabilirsiniz. Bunun iki nedeni var:
Birincisi, 'Niye bu gururu yeterince yaşamıyorsun' diyen, hayatının son dönemindeki en büyük destekçisinin verdiği moral; ikincisi, son dönemde hayat felsefesi olarak belirlediği, 'Sen doğru dur, eğri belasını bulur' sözüdür.
Hayatının son 12 yılının hesabını kestiği yeni yazısını teşekkür ve özürle kapatır:
'Teşekkürüm, sığındığım liman nedeniyle Gaziemir Belediye Başkanı Halil İbrahim Şenol ile bana bu yazıyı yazma fırsatını sunmuş olan Fahrettin Dokak ile Ümit Yaldız'a; özürüm ise, kızım Yağmur'a…
Kızım,
2001 yılında oksijen çadırına girdiğine inandığım gazetecilik mesleğini seçmemen ve benim düştüğüm bu sevdaya kapılmaman için gösterdiğim çabalar için beni affet…'
Bu yazıya 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü'nde başlayıp, 11 Ocak günü sabahın erken saatlerinde bitiren baban, Hasan Dalgıç…
(Bu satırların yazarı, önceki yazısını haber olarak kullanıp, imzasını atmayan gazete ve haber portalları ile özellikle bu meslekte en büyük hayal kırıklığını yaşadığı Milliyet Gazetesi'ni kınamaktadır. Meslekteki son kazandığı ödülü aldığında, bunu hala kendi muhabirinin başarısıymış gibi sunan Milliyet Gazetesi, 'Gemicik istemem, kulübecik yetiyor' başlıklı yazıyı, noktası ve virgülüne dokunmadan yayınlamış, ancak haberin sahibinin imzasını atmayı unutmuştur.'