Yeni yıla saatler kaldı ya…

Yılbaşı kutlamaları ile 'eciş-bücüş' yasaklar var ya…

Yok şurada kutlama olmayacak…

Yok ilkokullarda gösteri yasak…

Filan gibi, sayısı az ama yarattığı etkisi sıkıntılı…

Günlerden geçtiğimiz için…

Şu Yılbaşı kutlamalarının bu topraklardaki tarihçesine bi'bakalım istedim…

***

Tarih; 1 Ocak 1829'un birkaç saat öncesi…

Takvimdeki bu yaprak…

Osmanlı İmparatorluğu'nun, Hristiyanların yılbaşı kutlamalarına gösterdiği ilk ilgiyi tarihe düşürür…

İstanbul'daki İngiliz Elçisi, Haliç'teki bir gemide büyük bir balo verir…

Baloya Osmanlı devlet adamları da davet edilir…

Bi'güzel eğlenirler…

Onlara göre, 'Balo kafir işiydi ama…' katılmak farz olmuştu…

***

Bu topraklar bi'daha Yılbaşı Balosu'nu…

Cumhuriyet'in ilanından itibaren gördü…

Yüzünü Batı'ya dönen Genç Cumhuriyet…

İlk kez…

1026'yı 1927'ye bağlayan gece…

Tam gece yarısı…

Elektrik İdaresi'nin ilk kez Ankara'nın ışıklarını bir dakika söndürmesi ile…

Yeni yılı kutlamaya başladı…

Sonrası çorap söküğü gibi geldi…

1935 yılında ise…

31 Aralık öğleden sonra ve 1 Ocak'ın resmi tatil olması kabul edildi…

***

Atatürk 1933'ten itibaren tüm Yılbaşı Baloları'nı Ankara Palas'ta kutladı…

Taaa ki, 1937'yi 1938'e bağlayan Yılbaşı gecesine kadar…

O gece hiçbir yere gitmedi…

Sadece kadim dostu Doktor Tevfik Rüştü Aras'ı Köşk'e çağırdı… Hem dertleştiler hem de 'Hatay Sorunu'nu konuştular… Unutmamak gerekir ki; Atatürk'ün Türkiye'ye son hizmeti Hatay'ın ilhakıdır… O gecenin gerisini bu ülkeye 14 yıl Dışişleri Bakanlığı yapan Çanakkaleli Dr. Aras şöyle anlatıyor:

***

'Kendisini Köşk'ün yukarı katında kitaplığa bitişik açık salonda buldum… İlk sözü (Bu akşam bir tarafa çıkmayacağım… Sen de suare görmekten bıkmışsındır. Yılbaşını burada birlikte geçiririz, olmaz mı?) demek oldu… (Büyük sevinçle…) karşılığını verdim... Bir hayli süre, geçen yılın olaylarından ve gelecek yılın işlerinden konuştuk... İsmail Hakkı Kavalalı (Atatürk'ün Harbiye'den arkadaşı) gelince de, elbise dolaplarını hep birlikte görmeye gittik… Elbiselerinden, gömleklerinden ve kravatlarından bize dağıtıyordu… Birden aklıma geldi… (Paşam… Mendillerinize, potinlerinize varıncaya kadar bize vermekten hoşlanıyorsunuz; ne olurdu bir ay önce düşünseydik de yeni bir yıl için bütün giyeceklerinizi yeniden ısmarlasaydık ve bu gece başka arkadaşları da çağırarak elbiselerinizi ve gömleklerinizi aramızda kapışsaydık… Her birimiz bu yılbaşı gecesinin anısı olarak sizden bir şeyi üzerimizde taşırdık ve siz de yarın hep yeni giymiş olurdunuz…) deyiverdim… O da, (Keşke daha önce söyleseydin) karşılığını verdi… Ben de, (Zararı yok, gelecek yıl böyle yaparız…) yanıtını verdim… Atatürk bir süre düşündü ve birden, (Bakalım gelecek yıla yaşayacak mıyım?) sözleri ağzından dökülüverdi… Atatürk, ölümün yaklaştığını içinde duymuştu... O gece Atatürk çoğu defa alışık olduğu zamandan önce dinlenmek üzere izin alıp ayrılıncaya kadar acı konuya dönülmedi… Fakat yüreklerimizi sönmez bir alev yakıyordu… Çünkü Atatürk, ölümün yaklaştığını anlamıştı…'

***

Minik bir hatırlatma…

Falih Rıfkı Atay'a göre, 'Atatürk'ün sofrası bir cümbüş sofrası değildi…'

Hilmi Uran'a göre; 'Atatürk'ün sofrası, bilginler sofrasıydı…'

Atatürk'ün sofralarında hemen her şey konuşulur ama, dedikodu asla yapılmazdı; bu tip konulara izin vermez ve hoşgörülü davranmazdı…

Atatürk'ün sofrasında laubaliliğe yer yoktu… Masada rakı içilirdi ama Atatürk sarhoşluktan hoşlanmazdı…

Sonsöz: 'Yarın gece nerede olursanız olun; O'nu hatırlayın diye yazdım bunları…