Yazarımız Gönül Soyoğul'un ceza hukukunun duayen ismi Prof. Dr. Uğur Alacakaptan'la yaptığı söyleşi...

BAŞLARKEN…
Sabah uyanınca 'yaşasın, şimdi kahve içeceğim' diye sevinen bir ben varım zannederken… Yıllarca hem basından, hem de ortak dostlarımızdan adını duyduğum, ceza hukukunun duayen ismi Prof. Dr Uğur Alacakaptan'ın da tıpkı benim gibi bir dünyalı, tıpkı benim gibi sabah gözünü açar açmaz içi kahve sevinci ile dolan biri olduğunu öğrenmek, nasıl bir kahve keyfi yarattı bende bilseniz…
Benim gibi İzmir doğumlu olup, benim gibi nüfus kütüğünün Nazilli'de olması da cabasıydı bu keyfin.
Ama elbette ki asıl keyif, uzun süredir röportaj vermemiş/vermeyen Uğur Alacakaptan ile konuştuğum iki saatti.
Yaptığı işe olan inancıyla, insana duyduğu saygı ile anlatırken dört mevsimi yaşayan aydınlık yüzüyle, zeki/derin bakan gözlerinde beliriveren muzip çocuk pırıltıları ile, o İstanbul beyefendisi tavrını, nezaketini bir an bile elinden bırakmadan gösterdiği tevazu ile…
Acı/tatlı anılardan, tatlı tatlı konuştuk.
Konuşmamızın küçük bir bölümünü, Ergenekon davasından yargılanan müvekkili Gürbüz Çapan'ın tahliye olması nedeniyle, hemen o gün yayınlamıştım.
Röportajın girişini oluşturan o bölümü bütünlüğü bozmamak için tekrarladığımı, anılarını anlatırken mümkün olduğunca araya girmemeye/bölmemeye çalıştığımı belirterek, dolu dolu bir yaşamdan birkaç sayfa çevirmeye davet ediyorum hepinizi…

GÖNÜL SOYOÐUL: 'Güzel, sevinçli bir haber aldım dediniz, öyleyse o haberden başlayalım. Ergenekon davasında yargılanan müvekkiliniz Gürbüz Çapan, dün gece yarısı tahliye edilmiş.'

UÐUR ALACAKAPTAN: 'Dün gece tahliye edilmiş. Sabah, Fikret (İlkiz) telefon etti, ondan öğrendim.'

SOYOÐUL: Nasıl bakıyorsunuz bu davaya? Ya da Ergenekon'da ne görüyorsunuz diye sorayım?

ALACAKAPTAN: Ben bu davanın fuzuli olduğu yolundaki… Aslında,

SOYOÐUL: 'Bunu Ergenekon'un tamamı hakkında mı söylüyorsunuz; Gürbüz Çapan ile ilgili mi?'

ALACAKAPTAN: Şimdi siz bana müvekkilim hakkında sordunuz, onun hakkında cevap veriyorum. Aslında ben davaların hakkında konuşmam, konuşmamam gerekir. Hiçbir suçu yoktu. Zaten suçu olsaydı (1. Ergenekon davasında) İlhan Selçuk alındığında, onu da alırlardı. Sonra seçim büroları açıp tekrar belediye başkanlığına adaylığını koyacağını belli edince, apar topar aldılar. 2001'de ulusal medya diye bilgi verdiği iddia edilen bir acayip adam var ya, haham mıdır nedir belli olmayan; onun iddialarıyla.. Sonunda onların olamayacağını çok iyi anlattığımızı zannediyorum. Dolayısıyla dava ne kadar gereksizse, dünkü sonuç da o kadar gerçekçi, doğru, hukukidir. Bunca 'yazık zaman'dan sonra sonuçlanmıştır.

SOYOÐUL: 'Ergenekon davasında siz (ve Fikret İlkiz) İlhan Selçuk'un da avukatısınız. Genel olarak dava hakkında konuşamaz mısınız?'

ALACAKAPTAN: Şöyle söyleyebilirim. Ben bir ceza hukukçusuyum. Türkiye'deki ceza hukukçularının en kıdemlisiyim. Bir avukat sıfatıyla olmasa bile, bir hukukçu sıfatıyla ve benden de beklendiği için, bu davanın adaleti gerçekleştirmekten çok, siyasi amaçlara yardımcı olacağı düşüncesiyle açıldığı kanaatindeyim. Hele o iddianamelerin, adaleti sağlamak isteyen bir kimsenin veyahut bir grubun oturup yazacağı bir şey olmadığı kanaatindeyim.
Mahkemeler, ilk 2500 sayfalık iddianameyi 10 günden daha kısa bir sürede kabul ettiler, nasıl okudular o kadar şeyi? Kaldı ki 400 küsur de klasör vardı. O klasördeki delilleri iddianame ile karşılaştırıp, doğru değerlendirilip değerlendirilmediğine bakmaları lazımdı.
Bu itibarla, aceleye getirme vardır.
Ve amacın bazı politik sonuçları sağlamak olduğu kanaati giderek yaygınlaşmıştır.
Hiç alakasız kişilerin hakkında dava açıldığı, zaman içinde görüldü. Sonra, gizli olması gerekenler, basına yansıtıldı. Basının bunu öğrenmesi için, mutlaka ya savcılığın, ya polisin, ya da ikisinin birden bu açıklamaları yapmaları gerekiyordu.
Bunlar çok ayıp şeylerdir. Suçtur. Ve bu suçun peşinden hiç kimse gitmiyor. Hiç kimse.

SOYOÐUL: 'Gitmesi gerekenler?'

ALACAKAPTAN: Savcı. Her şeyden evvel savcılardır canım! (sinirleniyor) İstanbul Başsavcısı, Ankara Başsavcısı… Bunlar ne güne duruyor? Ve Adalet Bakanlığı'nın savcılara, dava açmaları için emir verme yetkileri var. Ama onlar, siyasetçiler, bu işin içinde görünüyor. Yani bir dava açılsa, bağımsız bir mahkemede yargılansalar, dünya kadar ceza almaları gerekir. Bu itibarla, inandırıcı olmuyor.
Bir de millette, tutuklu sanıklarda; çok zararlı bir kanaat yayılmaya başladı. 'Efendim, işte hükümet Doğu açılımı yahut Demokratik Açılım, Kürt açılımı içindedir, bunun sonucunda işte genişçe bir af zorluğu gözükmektedir. Bizi dengelemek için tutuyorlar. Biz burada rehineyiz. O zaman biz de kurtulacağız' gibi, hukuka çok yabancı, ama siyasetin göbeğinde ancak meşru neva bulacak bir takım düşünceler… Bu çok zararlıdır tabii. Gürbüz'ün duruşmasında da söyledim… Bir Fransız yazar vardır, daha 19. asrın başında yazmış, bundan 200 sene evvel; 'Siyasetin adaleti dejenere etmeye başladığı zaman izlenecek en iyi siyaset, adaletten ayrılmamaktır' demiş. Bu noktaya gelmeleri gerekir. Yanlış başladıkları şeyi değiştirmeleri… Doğrusu budur. Dolayısıyla Gürbüz hakkında verilen bu kararın, bu temennimin çok sınırlı bir ölçüde de olsa, gerçekleşmesi manasına gelir. Ufak da olsa bir kıvılcım, ümit kıvılcımıdır. Umarım devamı gelir.

SOYOÐUL: Bu dava (Ergenekon) için amalar, keşkeler söylenirken, bir taraftan da 'birilerine de dokunulmalıydı' deniyor.

ALACAKAPTAN: Bu tahkikat, darbeye kalkışmak isteyenlerin davası olsaydı,; demokrasiye, hukuka, hakka inanan hiç kimse buna karşı çıkmazdı. Kimsenin, Türkiye'deki demokratik, hiç değilse Anayasa'da tarif edilen şekliyle demokratik, laik, hukuk sisteminin 'biz daha iyiyiz' gibi gerekçelerle kaldırılmasına teşebbüs edilmesine, kim olursa olsun karşı çıkardı. Benim şöyle bir düşüncem var. Siyasetle askerliği, siyasetle adaleti ayırmak lazım. Benim, toplumda demokrasinin geçerli olup olmadığı yolunda doğru olduğunu zannettiğim bir ölçüm vardır. Ben Uğur Alacakaptan, genelkurmay başkanının adını bilmemeliyim. Ama genelkurmay başkanının adını bilmememin olağan olduğu bir yerde, siviller de politikacılar da ona göredir. Adam gibidir. Bu iş biraz karşılıklıdır.

SOYOÐUL: Bugün İzmir'de bulunuşunuzun nedeni, 17. ölüm yıldönümünde anacağımız Uğur Mumcu. Biraz geriye dönelim. Siz Uğur Mumcu ile aynı koğuşta yattınız.

ALACAKAPTAN: Altlı üstlü. Ben üst ranzada, o altta. Biz evvela hücrede beraberdik. O hücre, 3. Türk Halk Kurtuluş Ordusu sanıklarıyla, iki tane askerken sivil suç işleyen neferin bulunduğu hücreydi. Bize söylenen, o hücrenin Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının asılmadan önce kaldıkları yerdi. Feleket bir yerdi, onu da söyleyeyim. Sonra bizi dış dünyayı gördüğü için yarı tahliye denilen (gülümsüyor) ön taraftaki yere aldılar. Temyiz mahkemesinin kararı çıkıncaya kadar orada kaldık.

SOYOÐUL: İlk cezaevi miydi?

ALACAKAPTAN: Yok, Allahın hakkı üç olduğu için, bu üçüncüydü.(gülüyor) İlki 1971'de. İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom'u öldürdüğümüz için, gözaltına aldılar, iki gece üç gün kadar kaldık. Çıktık ondan sonra. Bakın, ben size biraz güzel şeyler anlatayım. Bülent'le (Prof. Bülent Nuri Esen) beni birlikte aldılar, Uğur'u, Adil'i, Mümtaz'ı içerde bulduk. Bizi bırakacakları kulübeye geldik. Şeritleri bol bir başçavuş otuyor. Bülent'i siz tanımadınız. Felaket biriydi. (konuşmasını taklit ederek) 'Bizi niye bırakıyorsunuz' dedi. 'Emir öyle' dedi. 'O zaman niye getirdiniz' dedi. 'O zaman da emir öyleydi' dedi başçavuş.. 'Siz bizi bir arabayla getirmiştiniz, madem her şey eskisi gibi, bir araba verin de gidelim' dedi Bülent. Başçavuş, 'ha s..r' dedi ve bizi kapıya koydu.(kahkahalar)
Bülent Nuri'yi almaya gittiğinde, evvela beni aldılar gece, inzibat karakolunda bir saat kadar kaldık, sabahın ikisi falandı. Bülent bir süre sonra bağıra çağıra çıktı, 'ulan bu saatte gelinir mi? Ya ben karıya bir şey yapıyor olsaydım' diye bağırıyor. (kahkahalar)
Mesela ilk gün öğle yemeği geldi, nefer yemeği yiyoruz. Yemeği yedikten sonra, tabağı uzattı, 'benim tabağımı değiştirin, ben aynı tabakta iki kez yemek yemem' dedi. (kahkahalar)

SOYOÐUL: İlginçtir, insanlar geriye doğru baktıklarında nedense akıllarına daha çok komik anılar geliyor değil mi?

ALACAKAPTAN: Doğanın bize verdiği en büyük hediyelerden, nimetlerden biri de budur: Unutmak. Bazı şeyleri de unutmamak! Bir de o var… Kötüleri, duvarın arkasına itmek, zaman zaman belki hatırlıyorsunuz.. Hatırlayınca da işte böyle hatırlıyorsunuz.

SOYOÐUL: İkinci tutuklanışını da hatırlayalım…

ALACAKAPTAN: İşte beni yine gözaltına aldılar. Uğur'u da aldılar. Yedek subay öğrencisiydi o zaman. Erol Yılmaz Akçal Turizm Bakanı o zaman, benim sınıf arkadaşım, ağabeyim de onun müsteşarı. Ağabeyimin evinde yemekteyiz. Geldiler, dediler 'götüreceğiz sizi.' Gittik. 12 gün kadar kaldım ben. Evvela savcı sorguya çekti. Şaçma sapan şeyler. Sonra bizi tutuklama talebi ile mahkemeye sevk etti.
Şimdi anlatacağım şey sizi çok şaşırtacaktır. Mahkeme, bir binanın ikinci katında. Ben en önde, protokol sırasına göre; Doç. Dr. Mukbil Özyörük benim arkamda, Dr. Adil Özkol TİP Genel Sekreter Yardımcısı, onun arkasında doktor olmayan asistan Uğur Mumcu ve dört beş tane de öğrenci. Biz çıktık, mahkemeye doğru şöyle bir koridor var. Bir baktım askeri hakim ve savcılar dizilmiş iki yana, ben önlerinden geçerken (hazırol duruşu ve asker selamını göstererek) selam verdiler böyle… Ben oturdum mahkeme salonuna, onlar da kapının dışında. Elleriyle işaret ettiler 'merak etmeyin' diye… Ondan sonra mahkeme, benim hakkımdaki istemi oy birliğiyle, Mukbil Özyörük hakkındakini oy çokluğu ile reddetti. Adil'i oy çokluğu ile tutukladılar. Uğur'u da oybirliği ile tutukladılar, kaçma tehlikesi olduğu için.
Uğur'un kaçması şöyle. O gece bizi aldılar. Uğur bir arkadaşının evinde. Bilirsiniz siz, Turan ile Ayla (Selışık) Tamar'ın evinde. Hepimiz arkadaşız zaten. Gayet şık, kadife yakalı bir palto, lacivert bir elbise ile yemekte. Uğur'u orada bulmuş Adil'in karısı ve demiş ki, 'herkesi alıp götürdüler, vururlar; kaçarken vurduk derler, sen git teslim ol.' Uğur nereye başvurduysa, 'biz seni aramıyoruz' demişler. Sonra bir yere daha başvurmuşlar, 'ha arıyoruz gel' demişler, Uğur öyle gitmiş ve o elbiseyle gelmiş. Grand tuvalet.

SOYOÐUL: Kaçma tehlikesi varmış gerçekten!(gülüşmeler)

ALACAKAPTAN: Evet, geldi ve tutuklandı. Uğur çıktı galiba sonra. (düşünüyor) Hakkımızda dava açıldı. Halkı bilmemneye tahrik etmek, savcıya hakaret etmek. Basın kanununa muhalefet etmek falan. Çok enteresan aşamaları oldu. Son celseden bir celse evvel hakim dedi ki, 'siz 146'dan savunma yapın, yani anayasayı ihlalden.' Uğur döndü, 'hangi maddeden 1 mi, 3 mü, idam mı, 15 sene mi?' Hakim, 'İkisinden de yap' dedi. Cumartesi günü eskiden tatil değildi ve karar verilecek. Biz Cuma akşamı, hakimlerden biri, (sonradan bizim hakkımızda beraat kararı uyguladı) telefon etti, 'mahkumiyet var ama tutuklama yok' diye telefon etti. Her şeyi bildiğim için hazırlandım, yanıma dosyayı aldım, iki kat çamaşır aldım, tıraş takımımı aldım, duruşmaya gittik. Uğur'la ve 'tutuklanmasına' denince, o hakim elindeki dosyayı aldı, kürsüye vurdu ve kalktı gitti.
Ondan bir gün evvel, Perşembe günü. İngiliz sefaretinde bir resepsiyona davetliyiz. Beş altı basamak merdivenle ulaşılıyor. Baktım İsmet Paşa, Mevhibe Hanım'la oturuyor. İsmet Paşa beni çok severdi. Bir gözü de kapalıydı herhalde katarakt ameliyatı olmuştu. Mevhibe Hanım dedi ki 'paşam, Uğur Alacakaptan ile eşi geldi' dedi. Hoş geldiniz dedi önce. Ardından da 'bana bak, girersin ama çıkarsın da' dedi. (gülüşmeler) O haberi almış, servis yapmışlar. Ben hapishaneye girer girmez, bana bir mektup yazdı. Bir onbaşı, aşağılık bir herifti, 'senin ne alengirli dostların varmış' diyerek verdi mektubu. İsmet Paşa alengirli dost! Neyse, işte o hücrelerde biz epey kaldık. Orada 3. Türk Halk Kurtuluş Ordusu sanıkları vardı, bir de adam öldürmüş, soygun yapmış iki kişi vardı. Bunlardan birisi çok efendi adamdı. 20 soygun yapmış, 3 kişiyi öldürmüş, tren bile soymuş.

SOYOÐUL: Çok efendi ama!

ALACAKAPTAN: Bu kadar olabilir ama… Aklınız durur..

SOYOÐUL: Siz kendi ifadenizle, 'kötü adamlar'ın savunmasını yapmışsınız.

ALACAKAPTAN: Yok yok, o benim ifadem değil, onlara göre 'kötü adamlar…'

SOYOÐUL: Tamam, bakıyorum o kötü adamlara… Sadun Aren, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, Sevgi Soysal, İsmail Cem, Murat Belge… Sonra bir bakıyorum, Behçet Cantürk, Kemal Horzum, Tayyip Erdoğan, Mesut Yılmaz… Kafamı karıştırıyor bu liste.

ALACAKAPTAN: Şimdi bakın, ben hukukçuyum. Hukuğun ana şartı, haksızın yanında olmaktır. Bir ceza savunması yapmak için, mutlaka o kişinin beraat etmesi gerekmez. Ama hak etmediği cezaya çarptırılmasını önlemek de gerekir. Behçet Cantürk bizim Lice ilçe başkanı, çok eski bir partilidir. Şimdi bana çok önemli Halk partili arkadaşlarım isim vermeyeyim şimdi, belki üzülebilirler, bana 'ne olur bu davayı al' dediler, çünkü bu çocuğun kolunu falan kırmışlar ifadesini alırken. Ve bir hakim de bunu görünce, daha ifadeyi almak isterken, bu gördüğü aksaklığı zapta geçirmiş. Bir başkası da sormuş, niye böyle kolun kırık, 'efendim ben araba kullanırken, bir kolumu direksiyonun içine sokmuştum, ani dönüş yaparken kolum içinde kaldı, kırıldı' falan gibi bir ifadesi var. Behçet Cantürk, o tarihte suçlu değil. Kemal Horzum'a geleceğim. Şimdi bir tane kurban bulunca üstüne yüklenilir. Kemal Horzum tabii sütten çıkmış ak kaşık değil. Ama sütten çıkmış kaşıklar da vardı. O iş beraber yapılmıştır ve dendiği kadar da değildir ve devletin haberi vardır.

SOYOÐUL: Kurban olarak o seçilmiş diyorsunuz…

ALACAKAPTAN: Bütün mesele o adamın, hak ettiği kadar ceza almasıydı ve doğru dürüst yargılanmasıydı. Ama ne yaptılar biliyor musunuz? Bir gün bir yazı geldi, İsviçre'deki mahkemeden, hakim bize haber vermeden, karar almadan öyle bir yazı yazamaz. İsviçre'deki bir mahkemeye bazı tahkik muamelelerinin yapılması için yazılmış. O tahkik muamelelerinin sonradan öğreniyoruz ki, müdahil Emlak Kredi Bankası'nın avukatları yazmış, Beşiktaş'taki bir noterde Fransızcaya çevirmişler, ondan sonra mahkeme dosyasına girmeden yollanmış. Oradan gelen cevapla her şey ortaya çıktı ve direttik mahkemeye. Hakime dedik ki, sen ayrıl. Temyiz de bozdu geri gönderdi, böyle şey olmaz diye. Yani bu tür kepazeliklere karşı bana gelirlerse yardım et diye, ederim. Ama ben haksızlığa karşı çıkan bir adamım. Kemal Horzum'un beraat etmesi gerekmiyordu. Ama o kadar da suçlu değildi.
Tayyip Erdoğan dediniz; Tayyip Erdoğan'ın davasını almadım ben. Tayyip Erdoğan bilirkişi raporu istedi. Biz de birbirimizden habersiz, Çetin Özek'le birlikte; ki Çetin benden daha azılı bir solcudur, görüş bildirdik. Ama o şiirde suç unsuru yoktu. Haksızdı mahkumiyet.

SOYOÐUL: Siz bilirkişi olarak görüş verdiniz, avukatı değildiniz yani? Basından takibimde öyle kalmış aklımda.

ALACAKAPTAN: Sizin basının yakıştırması. Avukatı olmadım ben. Ben Tayyip'le yüz yüze hiç gelmedim. Bir kere toplantıya çağırmışlardı, o sırada davası görülüyordu. Geçmiş olsun dedim, bitti o kadar.

SOYOÐUL: Bir teşekkür falan etmedi mi size? Ne de olsa bilirkişi raporu, onun lehine.

ALACAKAPTAN: Yok, yok. Zaten teşekkür falan beklemezsin. Teşekkür almak için yapılmaz bunlar.

SOYOÐUL: Kuşkusuz yapılmaz. Ama nezaket denilen bir şey de var.

ALACAKAPTAN: Ben para kazanayım diye avukatlık yapmadım ki; şüphesiz para kazanmak da hakkımdı. Ama yaptığım işi hukukun… Mahkeme nasıl ulvi görev görüyorsa, biz de o kadar ulvi görevliyiz. Bizim görevimiz, adaletin tecellisinde mahkemeye yardımcı olmaktır. Ve mahkeme yoldan çıktığı zaman da onu ikaz etmiştir, yoldan çıkan mahkemeyi de ben hep ikaz ederim. Son duruşmasında Gürbüz'ün, çok kibar bir şekilde ama epey ders aldıklarını zannediyorum. Bir avukatın görevi, hukukun yanında olmaktır. Adı kötüye çıkmış bir kişi eğer haksız bir şekilde yargılanacaksa, yahut suçlamalarında bazı haksızlıklar da varsa bir takım haklılıklarla birlikte, onu sırf ortaya koymak… Mesela idam cezasıyla hüküm giymesi muhtemel olan bir kimse davaya gelse, yaptın mı yapmadım demez alırım, sırf idamdan kurtarmak için! Çünkü ben idam cezasına karşıyım. Hukuk ikinci sınıfta Faruk Erem'in öğrencisi olduğumdan beri karşıyım. Çünkü idam bir ceza değildir, cinayettir.

SOYOÐUL: Avukatların savundukları kişinin suçsuz olduğuna inanması şart mıdır diye düşünmüştüm hep… Hukukçular da tartışırlar bunu.

ALACAKAPTAN: İşte az önce söylediklerim. Sadece suçsuz diye savunmazsınız. Eğer suçsuzsa ve ona da inanıyorsanız savunursunuz. Ama bir kimse diyelim ki 5 sene cezaevinde yatacak, ama kalkıp onu; bana yaptığı gibi hakimin, 'anayasayı ihlalden savunma hazırla' deme yoluna gitti mi, işte o zaman o adamın yanında yer alırım. Mutlaka suçsuz olması gerekmez. Ama suçlunun da suçu neyse, onun karşılığını alması gerekir. Onun için de hukuki yardıma ihtiyacı vardır, o yardımı da biz karşılarız. Ben şahsen karşılarım.

SOYOÐUL: Peki hiç reddettiğiniz dava oldu mu?

ALACAKAPTAN: Çoook. Benim aldığım ceza davasının sayısı, bana gelenlerin yüzde 25'i bile değildir belki.

SOYOÐUL: Yüzde 75'ini reddettiniz! Neydi gerekçeleriniz?

ALACAKAPTAN: Şimdi bazılarında ben orada bir şey yapamam. Şimdi… (gülüyor) ne olmuş? Adam öldürmekten dava açmışlar. Mahkeme haksız tahrik görmüş, cezayı dörtte bir indirmiş. Altıda bir de kendi takdirini kullanarak indirmiş, yapacak bir şey yok. 'Sen devlete kafa tutmuş adamsın, sen bizim davamızı nasıl reddedersin' diye bir de azar işitmişimdir. Ben mesela Faruk Hoca'ya sordum. 'Hocam' dedim, 'ben size temyizdeki davalarda da yardımcı oluyorum. Bazı davaları için hoca niye aldı acaba bunu diye düşünmedim değil.' 'Uğur' dedi bana; 'adam savunma istiyorsa ki savunma en kutsal haklardan biridir, ben ona yardım etmeye çalışırım. Duygusal tatmin görsün diye, işte ortada kaldığı gibi bir kanaate sahip olmasın diye…' Bu da vardır. Ama ben çok yakın bir dostum olmadıkça veya yakın dostumun bir ricası olmadıkça öyle almadım; çünkü bir sonuç yok. Gelenlere de 'sakın başkasına gidip para vermeye kalkmayın, sizi dolandırırlar da. Bunun çıkar yolu yok' da demişimdir. Almadığım dava çok.
Bir avukatın görevi de bu olmalıdır. Bizde bir kanaat var. Suçlu insanın davası alınmaz. Suçlu insanın da suçu kadar ceza görmesi, daha fazlasına muhatap olmaması, cezaevinde çürümemesi için davası alınır.

SOYOÐUL: Nedir sizi adalet savaşçısı olmaya, bu kadar adil düşünmeye iten?

ALACAKAPTAN: Bu konuda tek değil bir kere. Benim dedem ve babam avukat.

SOYOÐUL: Büyük büyük dedeniz de korsan ama!

ALACAKAPTAN: (kahkahalar) O 500 sene evvel. Barbaros kaptanlarından. Alacakaptan o. Benim kız torunlarımdan birinin çok hoşuna gitmiş, benim büyük dedem korsan diye. Barbaros da korsan. Sonra başamirali oldu, kaptan-ı deryası. Ama babam da dedem de hukukçu. Yani biz ters taraftan doğru tarafa gidiyoruz… (gülüyor) Hatta dedem duruşması olduğu zaman, Midilli'de, herkes dükkanını kapatır, onu dinlemeye gidermiş. Babam hukuk okumak için, Türk Lisesi yok, Rum Lisesi'nden mezun olmuş. İlk kez bu yaz gittim ama bir günlüğüne. Gelecek yaz bir daha gideceğim, daha uzun süreliğine.
Babam da evvela İstiklal Harbi bitince, Nazilli'ye müddei umumi tayin edilmiş. Müddei umumi nedir bilir misiniz? Savcı. Kamu iddiacısı manasında. Ama iki tane müddei umumi var, bir normal mahkemelerdeki, bir de asker kaçaklarının yargılandıkları istiklal mahkemelerindeki. Sonra o işi biraz yapmış ama sonra avukatlığa başlamış, iyi de bir avukat olmuş. Sonra Halk Fırkası'nın ilk başkanlarından nahiyesinde.. O arada Adnan Menderes de il başkanı. Menderes bir ara ayrılmış, affedersiniz 'kenefe girerim Halk Partisi'ne girmem' demiş, tekrar kenefe girmiş. (gülüşmeler)
Ama babam, Adnan Menderes'ten haz etmezdi. Yalnız 1950 seçimlerinden evvel Ethem Menderes'i yolladı, babama 'gel bizden aday ol' diye. Babam da gitti, Halk Partisi'nden yoklamaya girdi, onu da kaybetti. Zaten kaybetmeseydi de demokratlar torba kazandı. Ben 15 Mayıs sabahını hatırlıyorum, annemle babam ağlamaklı. Babam, 'Bunlar bu vatanı satar' dedi. Bu lafı hiç unutmuyorum. Belki aşırı kırgınlığın ürünüydü ama böyle bir kanaati vardı. Bundan sonra hiç yakınlık olmadı. Birkaç defa daha geldiler, gitmedi. Ondan sonra bize de 'sakın politika yapmayın' dedi.
Benim de başta hiç politikaya niyetim yoktu, açık söyleyeyim. Hatta bir ara ben dekanken, (Ankara Hukuk'ta) galiba Besim Üstünel geldi, 'hoca seni yüksek danışma kuruluna alalım' dedi. Dedim ki 'partiye girmem lazım mı?' Evet dedi. Benim partiye girmemde hukuki bir engel yok. Ama ben hukuk fakültesi dekanı ve hocası olarak partiye girersem, inandırıcılığımı, otoritemi kaybederim. Ben girmem partiye dedim.
Dekanlığımda da, fincancı katırlarını ürkütecek bazı şeyler olmuştu. Şemsettin Kuseyri diye bir öğrencimiz, Halk Partili bir ailenin oğlu. Ya da Kuseyri soyadlı bir öğrenci diyelim. Siyasala bağlı, Basın Yayın Yüksek Okulu; ki aramızda bir sokak vardı. Orada öldü. Önce öldürüldü dendi, hatta sağcılar öldürdü kaçtı dendi. Polis sağcı yurtlarını bastı. O sırada biz yemekte Oktay Ekşi, Erol Yılmaz Akçal, Ankara'dan arkadaşım Erdoğan vardı. Oktay hemen gazeteye telefon etti, doğruymuş dedi. Gazeteye gitti. Erol o zaman Bütçe Komisyonu Başkanı, Adalet Partili ama benim çok eski arkadaşım, çok sevdiğim bir insan. Ben de geleceğim dedi. Geldi ama oradaki havayı görünce sen git dedim. Hatta Muammer Aksoy da gelmiş, onun kafasına taş falan attılar. Ben çocuğun öldürüldüğü yere gittim. Çocuk yerde, camlar falan var. Suphi Gürsoytırak diye Milli Birlik Komitesi üyesi vardı ya, tabii senatör, onun kardeşinin poliste önemli bir görevi var. Baktım her şeyi elliyor. Niye elliyorsun dedim, onların hepsi bir delil. Halbuki onlar her şeyi biliyormuş. Çocuk otururken arkadaşıyla birlikte silahı temizledikleri sırada çıkan kurşunla ölmüş. Sağcılar falan öldürmüş değil. Ama bunu bütçe komisyonu başkanı olan Erol Akçal'dan bile gizlediler, bana söylemesin diye.

ANAYASAYI ASFALTI EZMEK SURETİYLE İHLAL…

Tabii ben fakülteyi ertesi günü topladım. Öğrencimiz öldürülmüş. Siyasal bilgilerde görünüyor ama bizim öğrencimiz. Ne yapacağız diye sordum. Birisi dedi ki, toptan istifa edelim. Toptan istifa suçtur dedim. Birisi dedi ki, yürüyüş yapalım. Biri sadece biz yapmayalım, bütün hukuk fakülteleri yapsın. O zaman da iki üç hukuk fakültesi var. Biri hayır bütün üniversiteler yapsın dedi. Yani açık artırma başladı. Sonra bütün anayasal kuruluşlar işte anayasa mahkemesi falan. Sonunda böyle bir karar çıktı. Biz de bunu ilan ettik. Tabii bu arada başka, o kişilerin zafiyetini gösterecek şeyler de oldu. Belli gün yürüyüş yapılacak. Ben biliyorum çok kalabalık olacağını. Biraz erken başlansın ki, saat 5'ten evvel Kızılay'dan geçelim. Çünkü 5'te biz Kızılay'da olursak, 50 isek 100 oluyoruz, 1000'ken 10 bin oluruz, öyle bir şey.
Ve nitekim, öyle yapmamıza rağmen biz Anıtkabir'e vardığımızda, Ankara'yı bilirsiniz değil mi, kuyruğun sonu fakülte önündeydi. Kaç bin kişi bilmiyorum. Her boydan sloganlar atıldı. Ama ben gelir gelmez Anıtkabir'e, toplantı yürüyüş bitmiştir dedim. Sonra biz yargılanırken, Uğur her zamanki zekasıyla oraya sanık olma sebebini koydu, 'Biz hocamla, anayasayı; Cebeci ile Anıtkabir arasındaki asfaltı ezmek suretiyle ihlal etmiş bulunuyoruz' demişti. (gülüşmeler)

SOYOÐUL: Siz Milliyet'te bir röportajda, 'biz adalete inanmazsak, adalet kendine güvenmezse, bu ülke yaşanmaz hale gelir' diyorsunuz..

ALACAKAPTAN: Ne kadar haklı olduğumu görüyorsunuz değil mi şimdi?

SOYOÐUL: Şimdi onu soracağım. Şimdiki durumlar…

ALACAKAPTAN: Bunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok ki? Yağmur yağınca ıslanırsınız. Eğer şemsiye kullanmazsanız, ıslanmanız mukadderdir. Yağmur yağmaya başlayınca, herkesin böyle aylak aylak dolaştığını gördüğünüzde, öyle bir benzetme yapayım size, sonuç bellidir.

SOYOÐUL: Siz tutuklamalar gözaltıları yaşamışsınız, bir sürü müvekkiliniz olmuş, adliye koridorlarını aşındırmışsınız. Yüzlerce anıya sahipsiniz hukukla ilgili. O günden bugüne geldiğinizde, bazı şeylerin değişmiş olmasını, düzelmiş olmasını umuyordunuz herhalde.

ALACAKAPTAN: Bazı şeyler düzeldi ama çoğu şey, düzelmedi, daha kötüye gitti.

SOYOÐUL: Bu sizde nasıl bir duygu uyandırıyor? Umutsuzluk mesela?

ALACAKAPTAN: Yok, umutsuzlukla yaşanmaz. Hele ki toplumun bir kesiminde belli bir görevi üstlenmiş olan insanlar, hele hukukçular asla umutsuzluğa kapılmamalı. Aslında bizim üstümüze düşen görevlerin en önemlisi, belki adaletin gerçekleşmesine hizmet etmek, onun ihtiyaç duyduğu kurumların hayata geçmesinde her türlü katkıyı yapmaktır ama bizim aynı zamanda, umutsuzluğu körüklemememizdir. Her hukukçu böyle yapmadı tabii. Ben zaten hukukçu lafını kullanırken çok dikkatli olmaya çalışıyorum; hukuk fakültesi mezunu olan herkes hukukçu değildir, onlar hukukun kuyruğuna takılmış fazlalıklardır. Hukuk fakültesi mezunu olmakla insan hukukçu olmaz. (Kalbini göstererek) İçinizde hissetmeniz lazım adaleti… Adalet Bakanı olmakla da hukukçu olunmaz. Öyle laflarını duyuyorsunuz ki ağzından… (üzgün bir ifadeyle) mümkün değil… Ve bir de hukukçu cesur olacak. Gerçeği söylemek gerektiğinde, doğruyu göstermek zorunluluğu ortaya çıktığında bunu söyleyeceksiniz. Ben karışmayayım demeyeceksiniz. Ama sırf ortaya çıkayım diye de çıkmayacaksınız.

SOYOÐUL: Kahramanlık adına…

HUKUKÇU TARAF TUTMAYACAK

ALACAKAPTAN: Evet, o zaman zararınız fazla olur. Bir gün birisi gelir sizin yüzünüze vurur. Bakınız, bugün hala benim, illa olsun diye çalışmadığım bir otoritem varsa, bu o sayeyedir. Benimle aynı düşünmeyen, siyasi bakımdan dahi muhalif tarafta olan ve benim doğrucu, icabında tarafsız olmayı bilen, hukuka bağlılığı hiçbir zaman bırakmayan, adaletin tecellisi için icabında kendi hürriyetini dahi feda edebilecek kadar feragat sahibi bir insan olduğumu bilir. Ve bana bir takım, benim siyaseten karşısında olduğum insanlar dahi, bizi müdafaa et diye gelmişlerdir. Önemli olan budur. Taraf tutmayacaksınız. Taraf tutmanız, demokrasiye karşı bir problem olduğunda. Çünkü bu çağda, demokratik olmayan bir toplum, hukuki bir yönetimden giderek uzaklaşır. Tabii şunu da unutmamak lazım. Demokratik bir anayasayla, güzel güzel kanunlar çıkarmakla, okullar kurmakla demokrasi gelmez. Demokrasi topluma mal olmuş bir hayat tarzı olmalıdır. Bunun için de eğitim çok önemlidir. Bunun için de toplumun zenginliğinin hakça bölüşümü çok önemlidir. O bölüşümden hakça pay almayan bir kimse evvela karnını düşünür, hürriyetini değil. Önce karnını düşünen bir kimsenin, demokrasi mücadelesinde fazla yeri olmaz. Ne kadar çok para alırsa, o tarafa gider. Evine gelirse bedava buzdolabı… Gider oyunu verir oraya. Ama eğer biz onun yaşam tarzının insani olanının şartları ile birlikte ne olduğunu verirsek, o tarafta yer alır. Bakın bugün Ankara'da neredeyse iki aydır devam eden bir direniş, Türk işçi hareketinde bence bir tarih yazmak şeklinde olacaktır, olmuştur. Adamlar soğuktan ölebilirler de…
(Sade kahvesinden bir yudum alıyor.) Hukukçu olmak, hukukun belli bir zümre için değil, herkes için olduğunu bilmeyi içinize sindirmektir.

SOYOÐUL: Siz anlatırken, bir an gazetecilikle bağdaşan yanlar gördüm. Adil olmak. Ve vicdanlı olmak, gerçeği ortaya çıkarmak için soru sormak.

ALACAKAPTAN: İkisi de toplumsal hayatın parçaları. Nasıl fiziksel hayatta bileşik kaplar varsa, günlük toplumsal hayatta da bileşik kaplar vardır, geçişler vardır. Şaşılacak bir şey değil. Kaldı ki bilimsel dallardan toplumla ve insanla en yakın ilgisi olan hukuktur. Ve hukuk branşları arasında, sadece insanı konu alan tek hukuk dalı, ceza hukukudur. Siz borçlu olduysanız niye borçlu olduğunuza, niye ödemediğinize bakmaz, gelir alırlar sizden parayı. Ama siz 'ben bu suçu işledim ama şu şartlar altında işledim' dediğiniz zaman, hakim bunu gözetmek zorunda. Hatta hakim sizi sonunda suçlu bulsa bile eğer, sizin doğru dürüst bir adam olduğunuzu, bu kadar da ağır bir cezaya layık olmadığınızı görürse, takdirini kullanıp o cezayı indirmek hakkını, gerekirse, hapis cezasını para cezasına çevirme hakkını, veya ne bileyim denetimli serbestlik şeklinde veyahut 5 sene suç işlememesi kaydıyla hükmün açıklamasını geri bırakmak, cezayı erteleme gibi haklara sahip. Bütün bunlar; insaniyeti, cezalandırırken dahi unutmamak içindir. Bunun şartı o.

SOYOÐUL: Siz onun için mi ceza avukatı oldunuz?

ALACAKAPTAN: Ben çok geç ceza avukatlığı yaptım. Hatta yapmayacaktım. Faruk hoca 'oğlum, bu insanlar belli olmaz, bir gün kendini üniversitenin kapısının önünde buluverirsin. Onun için avukatlık yap' dedi. Nitekim, ben bu YÖK çıktıktan sonra üniversiteden istifa ettim. Ve kendimi üniversitenin kapısında buldum.

SOYOÐUL: İstifa etmeseniz, alınırdınız herhalde. Ceza hukukunu seçme nedeniniz…

ALACAKAPTAN: Seçtiğim için pişman değilim. Ben zaten cezacıydım. Ceza avukatlığı yapardım. Diğerleri bana Çince gibi geliyor bazen. Şimdi bir anımı anlatayım. Bir avukat arkadaşım vardı, rahmetli oldu. Birlikte davaya girerdik. Akın Düren. Bir boşanma davası. Adam karısı aleyhine boşanma davası açmış. Sarıyer Adliyesi'nde. O gün da Akın'ın bir işi var, sen gir dedi. Daha doğrusu aile bana geldi. Ben anlamam demedim tabii. Girdim. Karşı tarafın avukatı (durup düşünüyor) kötü diyeyim hadi, başka bir şey dememek için. Bir dilekçe koymuş. Ben de kalktım konuşmaya başladım. Hakim benim öğrencim. Şöyle yaptı (eliyle ağzını kapatarak gösteriyor) 'Hocam dedi, bu ceza davası değil, yaz da ver..' (kahkahalar)

ŞİMDİ GİT DE SENİ KARAOÐLAN'IN KURTARSIN!

SOYOÐUL: Sesiniz usul usul. Çok yumuşak bir tonda konuşuyorsunuz. Davalarınızı da bu ses tonuyla, böyle usul usul mu yapıyorsunuz? Sesinizi oraya mı saklıyorsunuz yoksa?

ALACAKAPTAN: Yok. Geçen gün Gürbüz Çapa'nın davasında öyle şeyler söyledim ki… Ama o kadar nazik bir şekilde… Yenilir yutulur şeyler değildi. Yani ille sesinizi yükseltip karşı tarafa ben sana hakaret ediyorum diye bağırmanız gerekmez. İçinizden hakaretin en garibini yapmak gelse bile, adaleti sizin hissiyatınıza alet etmenize hakkınız yok. Adalet o kadar yüksek ki… Zedelersiniz. Ama hiçbir zaman da karşındaki kendi mevkini unutup hakim mi savcı mı bir rezilane duruma düştü mü, ona da cevap verirsiniz. Mesela ben yargılanırken duruşma hakimi 12 Mart'ta, 'şimdi git de seni Karaoğlan'ın kurtarsın dedi bana. 'Benim Karaoğlan'ın kurtarmasına ihtiyacım yok, sen kendini kurtar' dedim. Sonra bir gün dedi ki, 'bir de hoca olacaksın' dedi. 'Haa, bak dedim. Ben hoca olduğum için biliyorum, cahil olan sensin.' Yani bunu söylerim. Adam benim o kadar üzerime gelirse. Bir de uzunca bir savunma yaptım, eklerini koydum, 'bunun bir işe yaramayacağını biliyordum. Ama tarihe bir belge bırakmak gerekiyordu, onun için adını koydum' dedim.

SOYOÐUL: Tekrar anılara dönersek… Üçüncü mahkumiyet döneminiz mi diyeyim o döneme.

ALACAKAPTAN: Mahkum olup hürriyetimden üçüncü defa mahrum edilme deyin. Biz gittik, hüküm açıklandı. Bizi aşağıya indirdiler.

SOYOÐUL: Yıl tam olarak kaçtı?

ALACAKAPTAN: 1972'nin son günleri. Mamak'ta. Uğur'la indik aşağıya. Uğur da o zaman yedek subay öğrenci. Öğrencilerin kıyafetleri o zamanlar nefer kıyafetleri gibi değil. Astsubay kıyafetleri gibi. Onunla gelmiş. Biz orada alıp götürmelerini beklerken, Doğu Perinçek geldi. Zaten tutuklu, bir başka sorgu için getirilmiş. Bizde de asistandı. Benim de öğrencimdi. Uğur'la aynı kürsüde. Uğur'un da liseden arkadaşı Doğu.

SOYOÐUL: Araları pek iyi değildi hatırladığım kadar.

ALACAKAPTAN: Evet. Bu bizi gördü hemen 'hocam hayrola, ne yapıyorsunuz burada' dedi. Otobüs bekliyorum dedim. Ne otobüsü dedi. Bizi alıp götürecekler, mahkum olduk dedim. Yok ya dedi. Evet dedim. 'Anayasayı ihlal etmişiz. Yalnız, Çin kontenjanı dolu olduğu için bizi rus sınırına sürdüler' dedim. Beni Artvin'e, Uğur'u da Kars sınırına sürdüler. Çok bozuldu buna. (kahkahalar)
Ondan sonra hakikaten otobüs geldi, bizi götürdüler. Benim bir çantam vardı, içinde dosyalarımın olduğu. Uğur, 'hocam size yakışmaz' deyip elimden aldı. Uğur da tam subay kıyafetinde. Bizi, evvela ana binaya aldılar, saçlarımızı kestikten sonra dışarı çıkardılar. Bahçede bir kapı daha var, o koğuşlara giden kapı. Orada bir nöbetçi var. O nöbetçi Uğur'u görünce, 'üç beş nöbetçisiyim, vukuatım yoktur komutanım' dedi. (kahkalar)
Biz girdik, bir hücreye attılar bizi. Kapısında terzihane yazıyor ama bütün yatakları kan içinde. Sinirim bozuldu, orada onbaşı mı ne biri vardı, 'tuvalete gitmek istiyorum' dedim. Orada lazımlık var dedi. Lazımlığa dokunmak değil, bakamazsınız. Kusura bakmayın. Biraz uzanayım diye battaniyeyi bir açtım, orada bir kedi doğurmuş, onun artıkları… Yine de biz orada birkaç gün kaldık. Ertesi gün pazardı. Bizi havalandırmaya çıkardılar. İkisi de subay. Uğur hemen nazımdan bir şiir okumaya başladı. 'Bugün günlerden Pazar, bugün beni güneşe çıkardılar' diye. Oraya götürdüklerini önce bir güzel benzetirlermiş ama bize dokunmadılar.

SOYOÐUL: Size soracaktım hiç fiziki şiddete uğradınız mı diye?

ALACAKAPTAN: Hayır hayır, uğramadım. Yalnız biz girmeden evvel Mümtaz'a tokat atmışlar. Orada bir süre kaldık. Üçüncü halk kurtuluş ordusu ile. O sırada benim belim sakatlandı. Havalandırmaya çıktığımız yer, çamaşırhanenin avlusu. Hiç güneş almayan bir yer. Yerler buz. Bir süre sonra kürekle kazma geldi. Anladım ne istediklerini. Yapmayabilirim. Ama yapmazsam adam beni döverse.. Ya ben onu döveceğim, yahut dövemeyeceğim; her ikisini de hayatım boyunca unutamayacağım. Onun için yapmaya çalıştım ama birden bire kalbime bir sancı girdi Gönül Hanım, sırtımdan çıktı. Tamam dedim bitti. Kendimi attım yere. Uğur çırpınmaya başladı 'hoca kalp krizi geçiriyor' diye. Hiç oralı değiller. Uğur doktor diyor. Doktor yok. İçeriye alalım? Havalandırma bitene kadar orada kalacak! Bir saat, belki daha fazla ben orada kaldım, buzun üzerinde. Benim kayma olmuş belimde meğer. Doktora falan çıkarmadılar beni. Pazartesiye kadar devam etti. Metin Denli diye itin biri vardı, sonradan general bile oldu. Doktor. Sonradan onun bir yerde SS üniformasıyla çekilmiş fotoğrafı bile çıktı. Adam bu. Komutanım diyeceksin dedi bana. Demedim. Hazır ol dedi. Hazır olmadım. Bir daha da doktora çıkmadım karşısına. Başınıza ağrı girer, 'doktor gelsin pazartesi günü sorarız' derler. İnsan falan değilsiniz yani. İnsan hakikaten öfkeleniyor. Hapishane hayatına alışmak çok güç.
Bizim kaldığımız yerde tepede yüksek camlar var, kuzeye bakıyor. Hücrelerde de yatak var, başucunuzda da diğer hücrelerden gelen ve açıkta akan kanalizasyon var. Başınızı oraya çevirerek yatıyorsunuz. Oraya bir tane battaniye eskisi asmışlar. Sizi o pislikten ayıran tek şey o battaniye. İnsan her şeye alışıyor. En dayanıklı canlı insan.
Günler öyle geçti. Eğlenceli günler oldu, tatsız günler oldu. Uğur benim evvela öğrencimdi, sonra ben onun bir takım savunmalarını yaptım. Durmadan suç işlerdi çünkü! (kahkahalar)

SOYOÐUL: Çok yaramaz öğrencileriniz olmuş sizinde!

ALACAKAPTAN: Evet. Uğur'la altlı üstlü ranzada kalıyoruz. Uğur yattı mı uyur. Benim de tepemde ışık yanıyor, ben de ışıkta uyuyamam. Uğur gece affedersiniz, tuvalete çıkar, gelir ve yine uyur. Bir gün 'hocam siz hiç uyumuyor musunuz' diye sordu. Oğlum benim durumumda olsan, sen de uyuyamazsın.
Uğur'a takılırdım, Uğur kalkar sabah ihtiyacını görür, eğer kahvaltı gelmişse, kahvaltı yapar. Sonra yine yatar. Gazeteler geldi dendi mi kalkar yine. Yine yatar. 'ya sen hep yatıyorsun ve uyuyorsun' dedim. 'Hocam, infazdan düşüyorum' dedi. (kahkahalar)

SOYOÐUL: Çok fırlamaymış, değil mi?

ALACAKAPTAN: Çook. Dünya şekeri de biriydi. Çok iyi bir insandı. Çok severdim, o da beni çok severdi.
Bir gün telefonla konuşuyoruz, arada bir cızırtı. 'MİT çık aradan!' diye bağırdı. Ve cızırtı kesildi. Bir hukuk dergisi çıkıyor ya, Fikret'in (İlkiz) çıkardığı, işte dinlemeyle ilgili bir program oldu, söyledim; orada yazmış.
Uçak kaçırıldığında Altan Öymen'i içeri atmışlardı ya. Uğur demiş ki, 'mutlaka kaçırmıştır, uykuyu çok sever!' (kahkahalar) Altan öbür koğuşta yatarken, kağıttan uçak yapıp o koğuşa atarmış Uğur.

SOYOÐUL: Bahriye Üçok, Uğur Mumcu… Çok ölüm gördünüz. Geriye baktığınızda ölümün acıtmayanı olmaz ama, en sık aklınıza gelen isim hangisi?

ALACAKAPTAN: Bir kere Mümtaz'ın eşi Sevgi Soysal'a çok acımışımdır. Sevgi müstesna bir insandı. Çok esprili bir kızdı. Bunu tutukladılar. Merkez Komutanlığı'nda bir yerde. Ben de avukatıyım, ziyaretine gittim. Kucaklaşmaya kalktık. Oradaki kadın polis, 'temas yasak' dedi. Sevgi, 'Ulan sen ne anlarsın temastan' dedi kadına. (kahkahalar)
Şimdi Uğur anlatıyor. O ilk gözaltına alındığımızda biz ilk gece başka bir yerde yattık. Bülent'le. Onlar öbür taraftalar. Üç karyola, beş kişi yatıyorlar. En başta Mümtaz, ondan sonra Bahri, ondan sonra bir hoca daha, ondan sonra Uğur. Hoca horluyor. Mümtaz demiş ki, 'Uğur, hocayı bir dürt de horlamayı kessin.' Uğur hemen 'sen dekansın, sen dürt' demiş. (kahkahalar) Çünkü bunlar Mülkiye hocaları ve o zaman da Mümtaz dekan.

SOYOÐUL: Sevgi Soysal dediniz, çok sık hatırladığım…

ALACAKAPTAN: Çünkü şöyle oldu. Ben Amerika'ya gidiyordum toplantıya. Sevgi'nin hastalığı ortaya çıkmış, Mümtaz'la Londra'ya gidiyorlar. Tedaviye. Ben hastanede ziyaret ettim. Gidici, belli ama. Dönüşte illa bize yemeğe gel dediler. Dönüşte gittim. O halde kalkıp bize sofrada eşlik etti. Ama felaket haldeydi. Bizde kal dediler, dayanamadım haline, gittim başka arkadaşımda kaldım. Geldim, iki gün sonra da onlar geldiler. Geldiği gün ya da ertesi gün de öldü. Şimdi bunları unutmanıza imkan yok. Bir de yani pırıl pırıl bir kafa. Hiçbir zaman şikayet eden bir tarafı yok. Meydan okuyan bir insan. Çok üzüldüm.
Bir de çok sık aklıma gelen ölüm… (derin bir nefes alıyor) Benim hayatım boyunca savunduğum insanlardan kimse idama mahkum olmadı. Biri hariç. Ödemişli bir çocuktu. Bir kızı sevmiş, köylü. Bir gün kızı aramaya gitmiş. Demişler ki anasıyla teyzesiyle tarlada. Gidip yine alamayınca; hem kızı, hem anasını, hem teyzesini öldürmüş. Buna üç tane müebbet ağır hapis cezası vermişler. Ben temyizde savundum. O zaman tanıdım. Temyiz aleyhe bozdu. 'Her biri bunların idamı gerektiren fiillerdir, idam cezası verilmesi icap eder' diye. İdam cezası verildi ve tam da bu siyasi idamların gündemde olduğu dönemdi. Çok az insan idam edildi, biliyorsunuz. O döneme denk geldi. Bu Ödemişli genç de onlardan biriydi.

SOYOÐUL: Ona çok üzüldünüz.

ALACAKAPTAN: Çok çok, anlatamam. Ama başka birini de idamdan kurtardım. Ali Osman. Onun da adını hiç unutmam.

BİTİRİRKEN…
Röportajın başında, 'dört mevsimi yaşayan aydınlık yüzünde' dediğim Prof. Dr. Uğur Alacakaptan'ı, Uğur Mumcu'yu anlatırken özellikle görmenizi isterdim. Onun fırlamalıklarını, zeki hazırcevaplarını dillendirirken nasıl kıkır kıkır güldüğünü…
Bir de Gaziemir Belediyesi'nin düzenlediği 'Uğur Mumcu'yu An(la)mak' panelindeki gözyaşlarını… Öldürüldüğünü nasıl öğrendiğini anlatışını:
'Uğur öldüğünde küçük bir operasyon geçirmiştim. Eve geldi, televizyonu açtığımda Uğur'un fotoğrafını gördüm ama haber bitmişti. Bir şeyler olduğunu anladım. Evini aradım meşguldü, ortak tanıdığımız gazetecileri aradım, onlar da meşguldü. Son olarak Uğur'un İzmir'deki baldızını aradım, acı haberi ondan alıp yıkıldım. En son 1. ölüm yıldönümünde anma toplantısına katıldım. Orada tansiyonum çok yükseldi. Ondan beri hiçbir anma toplantısına katılmıyorum. Çünkü bunu yapanları affedemiyorum…'