Sevgili günlük, dün Naomi Kawase tarafından yönetilen ve 2015 yılında yapılan “Sweet Bean (An)” adlı filmi seyrettim ve bu filmin teması ile günümüz dünyasının kaotik yaşam döngüsünü karşılaştırmaya karar verdim. Öncelikle film hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.

Duygusal ve şiirsel bir anlatıma sahip olan film, Tokue adında yaşlı bir kadının, dorayaki (Japon tatlısı) satan bir dükkânda çalışmaya başlamasıyla gelişen olayları konu alır.

Sentaro, küçük bir dorayaki dükkânı işleten, geçmişinde hapiste yatmasına sebep olan ciddi hataları olan bir adamdır. Bir gün, yaşlı bir kadın olan Tokue, yanında çalışarak, ona yardım etmeyi teklif eder. Sentaro, başta Tokue’nin yaşından (76) dolayı tereddüt eder, ancak Tokue’nin yaptığı kırmızı fasulye ezmesi (anko) o kadar lezzetlidir ki bir anda müşterilerin artmasıyla dükkânın işleri hızla canlanır. Ancak Tokue’nin geçmişiyle ilgili ortaya çıkan bir sır (geçmişte cüzzam hastalığı geçirdiği ve o zamandan beri sadece cüzzamlıların kaldığı bir merkezde toplumdan izole yaşadığı), toplumsal önyargıları tetikler; müşterilerin dükkâna uğramamasıyla, Tokue işten ayrılmak zorunda kalır ve bir süre sonra da ölür…

Film, aslında toplumun dışladığı bireyleri, empatiyi, insan doğasının hassas yönlerini ve yemek yapmanın bir sanat olduğu fikrini işlerken; doğayla iç içe görüntüler ve Naomi Kawase’nin sakin sinematografisi ile izleyiciye gerçek bir meditatif deneyim sunuyor.

2015’te Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen ve dünya çapında beğeni toplayan film, yavaş temposu ve sade anlatımıyla Japon sinemasının tipik özelliklerini barındırıyor.

Sevgili günlük, şimdi neden “An” filmini sevdiğimi anlatayım;

Bu film, günümüz dünyasının hızla akan, kaotik ve tüketim odaklı yaşam biçimiyle o kadar büyük bir tezat oluşturuyor ki sırf bunun için bile seyretmeye değer. Film, sakin ritmi, doğanın güzelliğini vurgulayan sahneleri ve minimalist anlatımıyla, izleyiciyi bir tür içsel yolculuğa davet ederken, modern insanın sürekli meşgul, aceleci ve sabırsız hayatına adeta eleştirel bir gözle bakıyor.

Haberlere bakıyorum, ülke ve dünya gündemine. 24 saat hiç ara vermeden okuyup, izlesem dahi günceli takip etmeye yetişemediğimi hissediyorum. Yapay zekâ uygulamalarının bile dünya gündemini veri depolarına saklayıp, analiz etmekte zorlandığını düşünüyorum. Belki de dijital teknoloji şirketleri bu yüzden; yapay zekâ yerine, insan gibi düşünen genel yapay zekâ hatta insandan daha üstün bir seviyede düşünüp, analiz yapabilen süper yapa zekâ uygulamalarını hayat geçirmek için kolları sıvamış durumdalar.

Ben gerek modern dünyada gerekse az gelişmiş toplumlarda bireylerin, birbirinden farklı dahi olsa, bin bir türlü kaygıyla, var olma ve yaşama tutunma mücadeleleri içinde çırpınıp dururken, yapay zekâ hayatımızı ne kadar kolaylaştırırsa kolaylaştırsın, insan ruhunu koruyabileceğine şüphe ile bakıyorum. İnsan ruhunu korumak derken, ne kastettiğimi anlamak için “An” filminden bahsetmeye devam etmeliyim.

Günümüzde fastfood (ayak üstü, hızlıca yemek) kültürünün etkisiyle, bireyler hızlı tüketim peşinde koşup, yemek yapmanın ve yemenin bile bir ritüel olabileceğini umutmuş iken, Tokue’nin fasulye ezmesi yaparken gösterdiği sabır ve özen, modern çağda giderek kaybolan bir sanatı temsil ediyor. Tokue, fasulyeleri pişirirken fasulyelerle konuşup, onların mutfağa gelinceye kadar olan serüvenini dinliyor, yüzünü tencereye yaklaştırarak yemeğin kokusunu içine çekiyor. Bu, sadece yemek yapmaya gösterilen özeni değil; çevremizdeki nesnelerin ve en başta doğa, her türlü oluşun bir ruhu/bilinci olduğunu, bireyin, duyuları yoluyla bu bilinçle, yaşam kargaşasıyla baş edebilmesini sağlayacak/hayatına renk katacak, anlamlı bir iletişim kurabilmesinin mümkün olduğunu vurguluyor. Özetle, yaşamı ya da yaşadığını hissetmek için, hayatın akışının farkında olman, bunun için ise her anı sindire sindire yaşaman gerek!

Oysa, günümüz insanı bu bilinçten uzak, hep bir sonraki adıma koşuyor, sürekli bir şeyleri yetiştirmeye çalışıyor ve anın tadını çıkarmak yerine, geleceğe odaklanıyor.

Film, aynı zamanda, cüzzam hastalığı sebebiyle toplum tarafından dışlanan Tokue karakteri üzerinden, günümüz dünyasındaki ayrımcılık, dışlanmışlık ve önyargılar meselesine dokunuyor. Film, Tokue'nin dışlanmışlığına rağmen, hayata karşı duyduğu sevgi ve nezaketi ön plana çıkararak, modern dünyanın eksik kaldığı bir noktaya da işaret ediyor: insanların birbirine karşı anlayış ve merhamet göstermesi.

Bildiğimiz üzere, şu an içinde yaşadığımız toplumlar, genellikle, belirli grupları damgalamaya ve ötekileştirmeye devam ediyor. Bu bağlamda; sosyal medya linç kültürü, mülteciler, LGBTQ+ bireyler, azınlıklar veya farklı etnik/dini/mezhepsel gruplar üzerindeki dışlayıcı politikalar, filmde Tokue’nin yaşadığı toplumsal izolasyonun farklı versiyonları olarak okunabilir.

Filmde doğa, başlı başına bir karakter gibi işlenmiş. Ağaçların çiçek açması, rüzgârın sesi, kuşların cıvıltısı... Biteviye bir koşuşturma içerisinde, oradan oraya savrulan bireye, hayatın coşkun döngüsünü hatırlatmak için adeta çırpınan, devinen, beton yığınlarının ötesinde, toprağı da dahil ettiğiniz takdirde başka bir yaşam da muhtemel demek isteyen, biyolojik evreleri anlatan sahneler…

Filmin sonunda, Sentaro karakteri, hayatını dorayaki dükkânında, ruhsuz bir şekilde ve yalnızca para kazanmaya odaklanıp, çalışarak sürdürürken; Tokue’nin ona yemek yapmanın ve hayatın her anına tıpkı yemek yapar gibi, aynı özenle odaklanarak dokunmanın anlamını öğretmesiyle, yaşamı, bir başka gözle yeniden değerlendirmeye başlıyor.

Sentaro figürü, bugünün dünyasında genellikle sadece “başarı” ve “kazanç” odaklı bir yaşam süren bireyleri çağrıştırıyor. Çoğu insan ne yazık ki yaptığı işte anlam aramıyor; sadece geçinmek, terfi almak ya da daha fazla gelir elde etmek için çalışıyor. Ancak film, insanın yaptığı işe ruhunu katması gerektiğini ve bunun gerçek anlamda bir tatmin getireceğini anlatıyor.

Sweet Bean, sabır, doğayla bağ kurma, merhamet ve anlam arayışı gibi kavramları ön plana çıkararak günümüz dünyasına önemli bir mesaj veriyor: Yavaşla, dinle, hisset ve anın tadını çıkar.

Günümüz dünyasında insanlar daha fazla hızlanmaya, daha fazla üretmeye ve daha fazla tüketmeye zorlanırken, bu film tam tersine bizi durmaya, duyumsamaya ve insan olmanın ne anlama geldiğini düşünmeye çağırıyor. Tokue’nin yaptığı fasulye ezmesi, sadece bir tatlı değil; emek, sabır ve sevgiyi içinde barındıran bir metafor. Film bize, hayatı da tıpkı bu tatlı gibi özenle ve sevgiyle yoğurmamız gerektiğini hatırlatıyor.

Sevgili günlük, bence bu filmi herkes seyretmeli. Hem “An’ın” hem de yaşanılan her anın tadını çıkarmayı öğrenmek için!