Pazar gecesi oğlumla birlikte TRT İzmir'de 'Sesimin Yankısı' isimli programımızı tam sunmak için odaya girmiş ve yayına başlamak üzereyken, bir haber aldık ve Ankara'da Kızılay'da 'bomba' patladığını duyduk. Nefesimizi tutarak neler olduğunu anlamaya çalıştık. Ölüm haberlerini aldığımızda, bu ülkede artık her gün olumsuz ve üzücü haberler almaktan ne kadar mutsuz ve şaşkın olduğumu düşünerek programımıza başladık. Dışarı çıktığımızda oğluma dönerek: 'iyi ki Ankara'da değilsin' diyebildim. Hayatlarını kaybeden nice anaların acılarını o an yine bir kez daha içimde hissettim. Bir yandan çok şükür derken, diğer yandan da bu acılar ne zaman bitecek diye kendimi sorgulamaya başlamıştım bile…
Sabahleyin doğal olarak nefretle okula vardım. Bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum. Kızgınlığımın tam olarak kime ve neye olduğunu tanımlayamıyordum. Bir ülkede bazı yöneticiler başarılı olamadıkları zaman 'harakiri' yaparak kendi canlarını alma 'erdemliliğini' gösterirlerken, bir ülkede onlarca insanın ölümüne neden olanlar halen nasıl olurda yaptıkları karmaşanın kendilerinden kaynaklandığını görmüyor ve kabul bile etmiyorlardı. Benim evimden okuluma kadar gelirken, kiminle ne zaman buluştuğumu gören bir uydu sistemine sahip olan bazı kurumlar, nasıl olurda sadece bu sefer değil, bundan önceki saldırılar da neler yaşandığını tespit edememişlerdi? Suçlular bulunamamıştı mı?
Bütün bunları düşündüğümde daha fazla 'deli' olmaya başlamıştım. En iyisi derdimi öğrencilerim ile paylaşayım dedim ve girdiğim ilk sınıfa:'haydi bakalım ne düşünüyorsunuz bu son olaylarla?' ilgili dedim. Bana sanki ne sorduğumu anlamadan baktılar. Sorumu yeniden tekrarladım: 'Belki yapacak şu anda hiçbir şey yapamayız, ama bundan sonra neler yapabiliriz?' dedim. Yine aynı 'sessizlik'.
İşte o zaman aslında gençleri susturan bir başka olay ile karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anladım. Bu gençleri yani Z Kuşağı dediğimiz kişileri yıllar boyunca anne ve babaları hep susturmuştu. Bir şeyler anlatmak isteseler bile durdurmuşlar, vazgeçtim yüksek sesle konuşmalarını, özgürce düşüncelerini bile söylemelerine bile izin vermemişlerdi. İnsan birisi hakkında yorumda bulunurken, genellikle referans olarak kendini alıyor. Ben bile bir X kuşak olarak çok daha modern bir tutum içinde yetiştirilmişken, Z kuşağının yetiştiriliş şeklinin olağanüstü susturmaya, konuşmamaya, sorgulamamaya yönelik olmasına inanamıyordum.
Sınıftaki kızların büyük bir çoğunluğunun başları önündeydi. 'ne diyelim' 'ne yapalım?' diyorlardı. Gerçekten bir şeyler yapmaları gerektiğini biliyorlardı ama bunun ne olacağı konusunda bir gramcık fikirleri yoktu. Haydi kızların siyasetle çok yakın ilgili olmamış olmalarına bir ölçüde izin vermiştim. Ama neden erkek öğrenciler konuşmuyordu?
Bu arada içeriye oldukça sinirli bir öğrencim girdi. Çok şükür birisi tepkili muhakkak onunla gelecek üzerine konuşur, bir karar veririz diye içimden geçirdim. İsmi Deniz olan öğrencimin tepkileri çok daha farklı yöndeydi. Geçen hafta basına bile intikal etmeyen doğuda yaşanan 150 kişinin ölümü ile sonuçlanan bir olaydan bahsediyordu. 'Hocam, arkadaşımızı elimize verdiler bir torba içinde ve onu evine götürdük' dedi. Gözlerinde nefret, dudaklarındaki sözlerde ise kin vardı. Benim samimiyetime inandığı için, sohbet etmeye kolay başladı. Bugün siz bize bu soruları soruyorsunuz ama bazı hocalarımız bir soru sorduğumuzda bize :'dersi provoke etme diyorlar' dedi.
İlkokul, ortaokul, lise derken bir türlü sorgulamayı öğrenmeyen bir öğrenci bir gün bana yani üniversiteye geliyor. Benim dışımda bir başka eğitmen ona yine sus diyor. Kendi fikirlerine uymadığı için susturuyor. İyi de bu öğrenciler ne zaman konuşacaklar. Ne zaman öneri getirecekler? Öneri getiren çocuklar nasıl yetiştirecekler?
Siz ve bizler onları susturduğumuz müddetçe daha bu olaylar ülkemizde çok olacaktır dedim.
Kendi gerçeklerimiz ile ne zaman yüzleşeceğiz? Yine unutulan olaylara, yine rastgele yaşamlara nasıl devam edeceğiz? Bir gün ya, sadece bir gün içimiz ağladı…. Yine döndük yaşamın içine… Ekmek kavgasına, para hesabına.. Modaya, medyanın tuzak olarak sunduğu televizyon programlarına..
Heyhat diyesim gelmişti, bir parkamla kol kola birkaç arkadaşımla yollara düşmüştüm. Durun artık nefret ediyorum bu düzeni sürdürmenizden diyecektim. Ülkemi kan gölüne döndürdünüz. Sen ve ben yaptınız. Yıktınız dostlukları ve sevgileri diyecektim. Mutlu olmadığım bir iş yerimde, arkamdan tuzaklarımı kuran meslektaşlarımla, sizlerden nefret ettiğimi söylüyorum demek istemiştim.
Ama ne kadar kötü ki hiçbir şey diyemeden gün bitti. Ben parkamı çıkarmak için evime döndüğümde herkes pattaniyelerinin altına girmiş, sıcak çorbalarını içmeye bile başlamışlardı. Ölen vatandaşlarımız 36 mi? 38 mi? Kaçtı ya? Ne önemi var ki, dünyada zaten bir gün içinde 38 kişi ölürken, 39 kişi dünyaya gelmiyor mu? Eee işin kolay bu zaten. Sus ve konuşma.. Birisi gelip ülkenin çivisini çıkarmış giderken, ülke bölünmüş, üçe-beşe-ona kimin umurunda.
Önce vatandaş değil dostlar, önce 'İNSAN' yetiştirmeyi öğrenmek zorundayız. İnsan yetiştirme becerisine sahip olunca o kişi zaten DOĞRU VATANDAŞ olacaktır. Doğru tabiki kime göre doğruysa?