Bayraklı Belediyesi tarafından bu yıl ikinci kez düzenlenen Homeros Edebiyat ve Sanat Festivali bitti ama bizim söyleyeceklerimiz bitmedi. Bugüne kadar onlarca Homeros yazısı yazdım çeşitli mecralarda, her gün yeni bir şey öğreniyorum, bu nedenle de yazmaya devam ediyorum.
Önceki gün sosyal medyalarımdapaylaştım; burada tekrar edeyim:
2800 yıldan bu yana, yani 'İlyada' dünyaya gözlerini açtığından beri Homeros akılları meşgul ediyor. Yalnızca Anadolulu yurttaşlarının kültür kaynağı olmakla kalmayıp, aynı zamanda Romalılar, Bizanslılar, Ortaçağ Latin dünyası ve Rönesanstan beri Yeniçağ Avrupa'sı ve Avrupa'nın sonraki nesilleri için de aynı şey söz konusu. Hiçbir zaman tam olarak kavranamasa da onun etkisi, çeşitli dallarda, sadece edebiyat ve sanatta değil, Batı dünyasının düşünce tarzında da günümüze kadar varlığını hissettirdi, hissettiriyor.
Bir süredir Homeros'a 'Avrupa'nın Kurucu Babası' titri veriliyor. En son Münih Üniversitesi'nin girişine bir Homeros heykeli dikildi. Çünkü Homeros zamanında Avrupa kavramı ve Avrupa ile Doğu arasında ayırım yoktu.
Türkçede henüz böyle bir kitap yok, biz yazarsak olacak: Dünya Edebiyatında Homeros, Plastik Sanatlar ve Resim Sanatında Homeros, Tiyatrosunda Homeros, Sinemasında Homeros, Genel Olarak Kültür Dünyasında Homeros…
***
Bu arada dünyada 'Söylenti Yayan Atlantis Cemiyetleri'diye bilim dünyasının ciddiye almadığı gruplar var. Zaman zaman gazetelerde okursunuz, 'şurada Atlantis bulundu, burada Atlantis bulundu' falan diye üfürürler. Benim de tecrübesiz gazetecilik yıllarımda bu iddiaların üzerine atlamışlığım vardır.
Son festivalde de eski bir palavra dile getirildi, 'Homeros Kilikya'dan etkilendi' falan diye…Katıldığımız panelde de iddia edildi ama bilim dünyası bunu kabul etmiyor: Kendini antik çağ uzmanı olarak ilan eden ama hiçbir bilimsel kariyeri olmayanRaoul Schrott, Homeros'u İonya'dan Kilikya'ya göç ettirirken, güneydoğuya doğru 750 kilometrelik bir mesafe bu – ya kibir ve çılgınlıktan, ya yayın uğruna çıkar gözetmekten ya da hepsi birden – nesnel açıdan ne bir dayanağı ne de bir kanıtı vardı. Bu Raoul Schrott 'Söylenti yayan Atlantis cemiyetlerinden' bildiğimiz gibi o da olsa olsa hobi olarak araştırma yapanlardan biri. Bilim dünyası ciddiye almıyor kendisini.
***
Önemli bir konu da Atatürk ve arkeoloji üzerine dikkatli davranmamız gerektiği. Atatürk döneminde ve ölümünden hemen sonra ipin ucunu kaçıran bazı kafatasçılar, 'turovası', 'miken türkleri' gibi saçma sapan yakıştırmalarla enteresan fikirler attılar ortaya. Tabii ki çabucak unutuldu.
Ama biz unutmayalım: Bugün Türkiye'nin bir arkeoloji laboratuvarı haline gelmesi Mustafa Kemal Atatürk'ün tarihe ve arkeolojiye olan derin ilgisi, verdiği değerin ve kurduğu temelin bir sonucudur.Muazzez İlmiye Çığ ne güzel anlatır: 'Türklerin, çok eski çağlarda yaşadıkları Orta Asya'daki iklim değişiklikleri yüzünden vatanlarını bırakarak çeşitli yönlere göç ettikleri biliniyordu. Bu göçler ne zaman başlamıştı? Göç yolları nerelere kadar uzamıştı? Türkiye topraklarında yaşayan en eski halklar kimlerdi? Bu yerlerde ilk uygarlık nasıl gelişmiş veya kimler tarafından getirilmişti? Bunların eski Türklerle bir bağlantısı olabilir miydi? Türklerin cihan tarihinde ve medeniyetinde yeri, İslam tarihinde rolleri nelerdi?'
Atatürk, ırk konusu üzerinde durmadan, bu soruların araştırılmasını istiyordu. O, 'Ecdadımız büyük imparatorluk kurmuş, uygarlıklar yaratmış. Bizim görevimiz bunları aramak, incelemek, kendi milletimize ve dünyaya tanıtmaktır' diyordu. Bu soruların karşılıklarını verebilmek için kaynak bulunması, bu kaynaklar üzerinde çalışacak Türk uzmanlarının yetişmesi, bu uzmanların çalışmalarında her türlü desteğin sağlanması gerekiyordu.
Atatürk, tarihe kaynak olacak belgelerin müzeler, kütüphaneler ve arşivlerde toplanması gerekliliğini çok önce düşünmüş ve 1920 yılında ilk açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi programında yer aldırdığı bir kültür müdürlüğünü Ankara'da kurdurtmuştur. Bu müdürlüğün görevi, her türlü kültür eserlerinin, belgelerinin toplattırılması, müze, kütüphane ve arşivlerde korunmaya alınması, onların bilimsel yönden değerlendirilmesi, depolanmış arkeolojik eserler için yeni müzelerin açtırılmadı, eski müzelerin çağdaşlaştırılması idi.
'Tarih araştırmalarında arkeoloji ve antropoloji başta gelir, tarih bu bilimlerin çıkardığı belgelere dayandıkça sağlam temelli olur. Çağdaş uygarlığı anlayabilmek, kavrayabilmek, dünyadaki eski uygarlıkları, insanlığın ilk uygarlıklarını doğru tanıyabilmekle mümkündür' diyen Atatürk, arkeolojinin tarih, yurdunun da arkeoloji için bitmez tükenmez bir kaynak olduğunu biliyordu…
***
Bütün bunları yazmamın nedeni Atatürk'ün tarih ve arkeoloji konusundaki müthiş öngörüsünün günümüzde de çarpıtılıyor olması…
Atatürk'ü bütün dünyanın ilk tanıdığı yer Çanakkale'dir. 'Anafatarlar Kahramanı' dır Atatürk… Ve enteresandır ki Gazi, daha Birinci Dünya Savaşı başlamadan Troya'da yaşanan ve Homeros'un İlyada destanında anlattığı savaş bölgelerini gezmiştir.
Troya Kazı Başkanı Prof. Dr. Rüstem Aslan, Troya Savaşı ile Çanakkale Savaşı arasında büyük benzerlikler olduğunu söyler: 'Troya Savaşı'na baktığımızda, Troya'yı Akhalılara karşı savunmak için Anadolu'dan gelen güçleri görüyoruz. Anadolu birliği var. Aynı savunma tarzını ve dayanışmayı Çanakkale Savaşları'nda da görüyoruz. Anadolu'nun her köşesinden insanlar bu bölgeyi savunmaya geliyorlar. Troya Savaşı'nın, Anadolu Birliği'nin sembolü, komutanı Hektor, Gelibolu'daki dayanışmanın, savunmanın en önemli ismi de Atatürk.'
***
Dönelim Homeros'a…. Hektor, Akhilleus, Agamemnon, Andromache, Odysseus, Nausikaa, Aphrodite ve birçok kahraman hepsi yaşam dolu bir biçimde ortaya çıkar ve derin hissediş yeteneği olan gerçek karakterler olarak anlatılırlar.
Bu ilk edebi örnekler açık ve nesnel olarak ama her zaman duyarlı bir biçimde dünyanın gidişini olduğu gibi betimler; asla yanlış bir heyecana, duygusallığa veya öfkeli bir başkaldırışa kapılmaz. Hedefinden emin ve tamamen dramatik bir biçimde, Homeros olayın akışını kurgular, oldukça iddiasız bir biçimde okuyucuyu istediği tarafa yönlendirir.
Bunlar Homeros'un yapıtlarına kalite ve zaman ötesi olma gibi özellikler kazandırıyor.
Bunlar şiirin kalitesini bugün bile diğer kriterlerden daha fazla belirlemez mi?
Bir şairden bunlar beklenmez mi?