Zoru başarmak için

Zor zamanlarda konuşmak hiç kolay olmuyor, eğer ki kavgadan uzak durmak istiyorsanız. Ama kavga istiyorsanız, böyle zor zamanlarda konuşmak ziyadesiyle kolay oluyor.
Özellikle sosyal medyada yapılan paylaşımlarda, 'burnundan kıl aldırmayan' tavır, almış başını gidiyor. Yıkıcı olmanın dayanılmaz cazibesi bütün cenahları etkisi altına almış. Korkarım, ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeği hafife alınıyor. Olur olmaz meydan okuyanların mesela bir iç savaş hakkında ne düşündüklerini doğrusu çok merak ediyorum.

Bu günlerde, yazılarımda, toplumsal mutabakattan, uzlaşmadan, sosyal barıştan bolca söz ettiğimden olacak, toplumsal mutabakat konusunda verilen tepkileri dikkatle izliyorum. 'Artık toplumsal mutabakat olmaz!' 'Sosyal barış için çok geç!' 'Bunlarla uzlaşma olmaz!' Ve benzeri hükümler kolayca ve bolca veriliyor.
Bir an için, durumun gerçekten böyle olduğunu, yolun sonuna geldiğimizi düşünelim; o halde, ısrarla işaret edilen 'yolun sonu' durumunun gereği olarak devamında söylenmesi gerekenler neden söylenmiyor?
Artık toplumsal mutabakat olmaz… Vatan hainleriyle uzlaşma olmaz… Barış namlunun ucunda… Anladık, bundan sonrası tufan da, ya sonra?
Peki, hiç umut yok. O faslı kapattık. Şimdi ne yapacağız? Nasıl örgütlenmek gerekir? Silahlanacak mıyız? Milis güçler mi oluşturacağız. Her gurup kendi ordusunu mu kuracak? Nasıl olacak bu işler? 'İnceldiği yerden kopsun!' demek kolay…

İplerin koptuğu, köprülerin atıldığı bir Türkiye'de, sonrasında olacaklara kimsenin hazır olduğunu düşünmüyorum. Bunu arzuladıklarını da tahmin etmiyorum. Sadece sorumsuzca hareket ediliyor. Toplumdaki gerilimin yol açabileceği büyük bir felakete, bir iç savaşa kimse inanmıyor.
Terör eylemleri biraz daha sürer, sonra durulur... Birlikte yaşamaya alıştığımız PKK zaten terör örgütü… Doğuda hüküm süren şiddetin batıda ne işi olur… Ve benzeri avuntular…
Hal böyle iken, iç savaş çıkar mı bilemem ama, iç savaş ve terör tehdidi altında, Türkiye, yangın söndürmekten önünü göremeyen bir ülke olarak, başkalarının verdiği kararlarla uluslararası sistemdeki yerinin belirlenmesine seyirci kalır. Seksende de böyle olmuştu.

Dünya sistemi kapitalizm, bilişim dönemine hazırlanıyor. Küreselleşmenin getirdiği sorunlarla baş edemeyen sistem, beş yüzyılın belki de en büyük krizine girdi girecek. Bilişim toplumu yapısal olarak kapitalist ekonomiyi yadsıyor. Yanı sıra, kapitalist sistem, yoksulluğu yaygınlaştırıyor ve derinleştiriyor. Dünya bu denli büyük bir değişimin eşiğindeyken, Türkiye'de toplum, dini ve milliyeti ile aklını bozmuş durumda. Ve şiddet ülkede kol geziyor.
Bir insanın kendi seçimi olmadığı halde içine doğduğu ırk ve din, ötekini yok etmenin nedeni olabiliyor. İnsanlık durumunu aşağılara çeken bu zafiyet, Türkiye'yi de etkisi altına almış durumda.
İşte, tam da bu nedenle, toplumsal mutabakat bir zaruret olarak Türkiye'nin önünde duruyor.

Türkiye, yeryüzü nimetlerinden payını almak, dünya ölçeğinde üretimdeki payını artırmak için dünya sisteminde nasıl ve nerede yer alması gerektiğine karar verecek. Bu kararı kendisi verirse, ülke yararı öne çıkacak; başkaları verirse, başkalarının çıkarları öne çıkacak.
Bütün gurupların bir araya gelerek toplumsal mutabakatı sağlamak için bir irade oluşturması, bu topraklarda yaşayan her kişinin varlık ve güvenlik içinde yaşamasının olmazsa olmaz koşuludur. Bu aynı zamanda, zoru başarmanın da koşuludur.
Kendi topraklarımızda, kendimiz için doğru olanı seçme hakkımızı kullanmanın yolu, toplumsal mutabakattan, yeni bir toplumsal sözleşmeden geçiyor.
Bir seçim yapacağız; ya zoru başarmak için toplumsal mutabakat yolunu seçeceğiz, ya da işin kolayına kaçıp kavgayı seçerek, birbirimizi yemekle tüketeceğiz ömrümüzü.
Ve bir kere daha, ülke yararını öteleyen fakat başkalarının çıkarlarını önceleyen bir düzende, yoksulluk ve yoksunlukla malul bir hayata mahkûm olacağız.
Seçim bizim…