Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil bir sırça içerisindedir. Sırça inciden bir yıldızdır gibidir, doğuya da, batıya da nispeti olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağcın yağı, neredeyse ateş ona dokunmasa bile ışık saçar. Nur üstüne nurdur o. (Nur Suresi, 35)
Üsküp'ten göçüp gelen bir ailenin üçüncü kuşağına mensubum. Muhacir evleri öyle hasret yüklüdür ki değil üçüncü, beşinci kuşak da olsa hiçbir şey değişmez. Geride kalmış, yasak olmuş bir köyün, kasabanın, şehrin sokakları, akan dereler, 'asıl' evinizin sundurması, ille de bahçedeki koca ağaç siz daha beşikteyken ruhunuza kazınır. Memleketten kalma nakışlı bir örtü, bir peşkir ise bu düşsel yurdu ama 'asıl' olan evinizi somut kılar. Başka ninniler fısıldanır kulağınıza, başka türkülerle gözleri dolar ailenin kadınlarının ve başka bir zeybek oynar erkekler düğünlerde. Arda Boyu diye bir yeri okula gitmeden öğrenirsiniz; ama sizinki öyle yanık bir Arda Boyudur ki coğrafya kitaplarındaki o mavi, yılansı kıvrımla örtüşmez bir türlü. Sizin bildiğiniz Arda boyu, zengin İsmail'e ağaya verilmek istenen ama Recep'e sevdalı olan güzel Zeynep'in 'alıverin feracemi annecim giysin, o gıymatlı İsmaile kendisi gitsin, uyan uyan Erecebim, senin olayım' diyerek kendini attığı Arda nehridir; bir kadının bireysel kararlılığı, direnişi, isyanının yanı sıra egemenlerin baskısı karşısında ölümüne bir direnişi de anlatır.
Savaşların, iktidar oyunlarının çizdiği sahte sınırların bir işe yaramadığını, onlara inat insanoğlunun vatanını içinde barındırdığını anılarını, evlerini, bahçedeki meyve ağaçlarını ve aslında en çok önemsedikleri şey olan ata mezarlarını son kez selamlayıp gözlerinde donup kalan yaşlar ve ruhlarında zeytin ağacınınkine benzer boşluklarla çıktıkları tehcir yolculuğunda Drama Köprüsünü 'mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın' türküsüyle geçen bu insanlardan iyi kim bilebilir sizce.
Ve iyi yürekli komşularıyla vedalaşırken, yüreklerinde 'Mendilimim yeşili, ben kaybettim evimi, al bu mendil sende sende kalsın, sil gözünün yaşını' türküsüyle birbirlerine verdikleri ayrılığı simgeleyen, mavi menevşe nakışlı mendiller evrensel kardeşlik duygusuyla paylaşılan kocaman bir yasın gözyaşlarını kurulamışsa eğer elbette en çok onlar bilecektir 'bir karış toprağın' değerini.
Ailem, zulümlerin yanı sıra sevgileri, evlerinin yanı sıra mezarlarını, düşmanların yanı sıra dostları, ağıtların yanı sıra düğünlerini geride bırakarak içlerinde dev bir boşluk, yakıcı bir hasretle böyle gelmiş memleketten. Yanlarında sadece türküleri ve yemekleriyle.
O nedenledir Muhacir evlerinde yemeklerin ve türkülerin baş tacı edilmesi. Ve yerleşir yerleşmez ille de bir zeytin ağacı dikilmesi. Zeytin dalı barıştır, zeytin ağacı direniştir, yerleşmektir, Kurandan tescilli kutsallıktır ve tevekküldür. Bedenindeki tüm boşluklara, dolaşıklıklara, yaralara, berelere rağmen dimdik sonsuza uzanan zeytin ağacı muhacirlerin yazgısının bir yansımasıdır. Altına oturur, kaderine teslim olur ama asla umudunu yitirmeden, düşünden asla vazgeçmeden, Allaha sığınarak ve yine türkülerine yaslanarak kavuşmayı bekler muhacirler: 'Bir fırtına tuttu a yarim bizi deryaya kardı/ O bizim kavuşmamız a yarim mahşere kaldı'.
Bir türkülerden bir yemeklerden ödün vermezdi ailem. Hemen hemen hiç eleştirilmeden büyüdük diyebilirim. Türküler konusunda üstümüze düşen bir görev yoktu ama yemekler konusunda pek de özgür değildik. Reçetelerde oynama yapılmayacak, yenilikler denenmeyecek, malzeme değiştirilmeyecek vs. gibi onlarca kuralla öğrendik memleketin yemeklerini pişirmeyi. Yaptığım her şeyi övgüyle selamlayan anneannem yemeklere gelince açardı bayramlık ağzını ve top atışı başlardı. 'Unu az olmuş, yağı fazla, tabakhanede işin mi vardı da bu kadar harlı ateşte pişirdin.'. O yumuşak kadından gelen ağır otoriteyle telaşa kapılır, bıkmadan usanmadan istediği gibi olana dek denerdim. Memleketten elimizde kalmasına izin verilen iki şeye çılgın gibi sahip çıkmayı öğrendik kuşaklar boyunca. Çocukluğumun bir döneminde 'siz hala annenizin yağını mı kullanıyorsunuz?' sloganıyla pompalanan margarinler, daha ileri yaşlarımdaki 'sağlık için ayçiçeği, mısırözü' kampanyaları aklımı çelmedi değil. Modern, ÇAĞDAŞ kadın olmak için tereyağı ve zeytinyağını dama fırlatma girişimlerimiz anneannemin o meşhur Üsküplü direnişiyle, bir daha adını bile anmaya cesaret edemeyeceğimiz bir şiddetle ve yakası açılmadık küfürlerle savuşturuldu. İyi ki de savuşturulmuş, zaman içinde bizim Üsküplü amazon haklı çıktı ve zeytinyağının krallığı tescillendi.
Peki ya şimdilerde neo-liberal, liberal-demokrat gibi süslü kavramlarla ama bizim Balkan harbinden bildiğimiz eski emperyalist oyunlarla pazara çıkarılan GDO'lu 'yeni dünya düzenini' savuşturmak yağ savaşlarını bitirmek kadar kolay olacak mı? Bu topraklar yeni sınırların, yeni sürgünlerin, yeni tehcirlerin acısını kaldırabilecek mi? Yeterince mor menevşeli mendilimiz var mı komşularımıza armağan edecek? Peki ya türküler; hangileri göç edecek, hangileri bizimle kalacak? Hangi yemekler benim, hangi yemekler senin? Ya zeytin ağaçlarımız? Ardımız sıra yollara dökülebilir mi zeytin ağaçları? Ve bu gidişe bir dur demek için hala anneannem kadar amazon mu kadınlar?
Keşke diyorum keşke bir Rumeli türküsü çaldığında ailemin ve Mustafa Kemal'in yüzündeki hüznü ya da memlekette kalan ağaçlarımızın öksüzlüğünü bir kez görebilseydi yeni dünya düzeninin reklamcıları… Belki o zaman… belki o zaman bir şey değişebilirdi.
Yaşamak sadece sevmektir, inan bana.
Sevmeyenler dünyamızda yaşamıyor.
Yaşamak suda, toprakta, insanlarda görünerek;
bir zeytin ağacı gibi.
Bir zeytin ağacı gibi, ne güzel
denize yakın olacaksın,
uzayan dallarında, yapraklarında ışık
ta derinlerde köklerin.
Bir zeytin ağacı gibi, bin yıl severek
yaşamak her gün...
ARİF DAMAR
Sevmeyenler dünyamızda yaşamıyor.
Yaşamak suda, toprakta, insanlarda görünerek;
bir zeytin ağacı gibi.
Bir zeytin ağacı gibi, ne güzel
denize yakın olacaksın,
uzayan dallarında, yapraklarında ışık
ta derinlerde köklerin.
Bir zeytin ağacı gibi, bin yıl severek
yaşamak her gün...
ARİF DAMAR