Gönül Soyoğul
Köklerimi buldum anne’…
4 Eylül 2010 Cumartesi

Yıl 1978.
Ülkenin her tarafından yağmur gibi yağıyor haberler.
Kimi ölüm, kimi işkence, kimi eylem, kimi grev, kimi çatışma, kimi yürüyüş/miting/boykot özneli haberler’…
Demirelli hükümetin AP-MSP-MHP ile kurduğu gerici Milliyetçi Cephe’’nin işbaşında olduğu, MHP ve MSP’’nin eğitimi ele geçirmek için Milli Eğitim kurumlarında kıyasıya kapıştığı yıllar’…
Yer, o günkü adıyla Buca Eğitim Enstitüsü.
Sadece kızların okuduğu, çoğunluğu Köy Enstitüsü kökenli aydın/yurtsever/demokrat öğretmenlerin söz sahibi olduğu bir okul olmaktan sıyrılmaya başlamış, ’“mektupla öğretmenlik’” gibi bir cinlikle içeriye sokulmuş Ülkü Ocaklı ’‘Asenalar’’la, yapı taşları yerinden oynatılmış bir okul.
İzmir’’in öğrenci olayları açısından Türkiye’’nin en sakin illerinden biri olmasının yanında, o yıllarda mevcudunun tamamı kız öğrencilerden oluşan Buca Eğitim Enstitüsü’’nde ise neredeyse çıt çıkmıyor.
Bizse’…
MC Hükümeti’’nin antidemokratik/faşist uygulamalarına karşı ülkenin her yerinden yükselen seslere karşılık, dersleri Buca Eğitim’’de ancak bir günlüğüne boykot ettirmeyi sağlayabilmiş bir avuç devrimci kızız.
19 yaşındayız ve sadece Türkiye’’yi değil, dünyayı değiştirebileceğimize inanmışız.
O kadar korkusuz, o kadar yürekli, o kadar idealistiz ki’…
Ah bir de öğretmen olmaktan, evlenip çoluk çocuğa karışmayı beklemekten başka idealleri olmayan, dağıttığımız bildirilere, boykot çağrılarımıza gülerek bakan,
Ülkenin gittiği duruma ’“aman ya, bana ne! Ben derslerime bakarım’” deyip omuz silken, suya sabuna dokunmayan şu kızlar olmasa. Ah olmasa!
Olsun. İşimiz zor ama ’‘devrimin şanlı yolu’’nda yolumuza çıkacak her engeli aşarız/aşabiliriz. ’“Ay bana ne’”cileri koyup bir tarafa; bize samimiyetle bakan ama yol bilmeyen sempatizanları kendi safımıza çekebilir, bizim gibi birer yoldaş olmalarını sağlayabiliriz.
O zaman yola koyulalım. Boykot yaptık, şimdi sıra işgalde. Üniversitenin tamamını ya da sınıfları ya da kantini kapatamayız, gücümüz yetmez ama yatakhane ne güne duruyor?
Bunu yapabiliriz. Demokratik eğitim hakkımızı söke söke alabiliriz.
O gece’… Ben ve üç kız arkadaşımla birlikte, sol sempatizan ve MC karşıtlarının da desteğiyle,  Buca Eğitim Enstitüsü yatakhanesini işgal ettik.
Ne yaptık?
Cam kapıları kapattık, kilitledik, arkasına sıraları/masaları/vs. yığdık; o saatten sonra içeriye kimseleri almadık. Kapıya gelen okul yöneticilerini bize bu boş işlerle uğraşmamamızı söyleyenleri geri çevirdik. (Onların polise başvurmadıklarını, muhtemelen bırakalım biraz eğlensinler, nasılsa bu kızlardan kimseye zarar gelmez düşüncesiyle bizleri işgalle baş başa bıraktıklarını yıllar sonra anlayacaktık’… Pek çok şey gibi’…)
Yatakhaneyi ele geçirmiş(!) kızlar olarak, o gece sabaha kadar devrimci marşlar/türküler söyledik, halaylar çektik.
O günün moda şarkılarını söyleyip oynamak isteyenlere ise kaşımızı kaldırıp ayar çektik!
Nazım’’dan, Ahmet Arif’’ten şiirler okuduk; gelecek güzel günlerin bizim olacağını, her tür baskıya karşı yeter ki bilinçli/birlik olmamız gerektiğini anlattık.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, geceden planladığımız gibi kurduğumuz barikatları(!) kaldırıp sessizce okuldan sıvışacaktık.
Bir gecelik işgal şimdilik yeterdi. Gücümüzü/günlerini göstermiştik!
Öyle de yaptık.
Diğerlerinin yorgunluktan çoktan uyuyakaldığı saatte, yığdığımız sıraları kenara alıp kapıları açtık ve bahçeye çıktık.
Hızlı adımlarla yolu yarılamıştık ki, kantinin önünde o yıllarda Asenalar’’ın başı olan, (elinde bir süpürge, başında da bir külah olsa işte cadı denilebilecek) o öfkeli kız ve arkadaşlarıyla karşılaştık.  Bizi bekliyorlardı.
’“Sizi gidi pis kızıllar, yatakhaneyi kilitler, bizi içeri almazsınız ha! Yönetime karşı gelirsiniz ha!’”
Sayıları üçken onüçü nasıl buldular, nasıl hepsi birden dördümüzün üzerine çullandılar, sonra elinde sopa ile Ülkü Ocaklı o adam nereden peydahlandı, erkek sinek bile sokulmayan okula nasıl/nereden girmişti bilemedik.
Hayatımın ilk ve son kavgasını, işte orada yaşadım.
Bir ara eli sopalı adam, bizim kızlardan birine darbeler indirirken, boşta kalan Asenalar’’ın neredeyse tamamının benim etrafıma doluştuğunu, başıma/kulağıma/sırtıma inen yumruklardan nefes alamaz hale geldiğimi hala, olanca netliğiyle hatırlıyorum.
Ve son bir gayretle ’“Yetiş Kifayet’” diye bağırdığımı’…
Kifayet’’in, o minicik kızın, kaplan gibi beni saranların üzerine atlayıp pata küte giriştiğini ve serbest kalır kalmaz duvar dibine çöküp kusmaya çalıştığımı’… Yiten dengemi bulmaya çalışırken, göz ucuyla Servet’’in üzerine inen odunu’… Sonra ne olduysa hepsinin birden kaçıp gidişini ve biz dört kızın, üstümüze başımıza çeki düzen verip okuldan çıkışımızı, otobüse atlayıp İkiçeşmelik’’teki dernek binamıza gidişimizi’… Başımıza gelenleri gururla/gülerek/ anlatışımızı’… Sonraki yıllarda zaman zaman gözümde canlandırmışımdır.
Pek çok soru, pek çok cevap arasında’… Neden diğer iki arkadaşımı değil de Kifayet’’i yardıma çağırdığımı sormuşumdur bazen kendime. Neden o?
 
Aradan geçen her yıl, yaşadıklarımla ilgili sorularımı/cevaplarımı değiştirmiş/yenilemiş olsa da o sorunun cevabı, hep tek taraflı kaldı.
Çünkü Kifayet’’le bağımız daha okulumuzu bitiremeden koptu.
Memleketi Kahramanmaraş’’a gitti, gidiş o gidiş oldu.
12 Eylül 1980 tank gibi geçince hepimizin üzerinden’…
Öyle başka gailelerle baş başa kaldık, öyle çok yerlere savrulduk ki’…
Uzunca bir süre, çevremizde kimsecikleri bulamadık/göremedik.
Dünyayı/Türkiye’’yi değiştirmek için yola çıkan bizler/78’’liler; birbirimizi bile kaybettik’…
Sonra birimiz diğerini, diğeri ötekini, öteki berikini derken; bir şekilde birbirimizin nerede olduğundan/ne yaptığından haberdar olduk.
Bir kişi hariç. Kifayet’…
Sanki yer yarılmış, içine girmişti.
Ne zaman bir araya gelsek, eski günlerin konusu açılsa, o sohbet bir şekilde Kifayet’’e gelir dayanır, sözbirliği etmişçesine içimizden biri mutlaka ’‘herhalde öldü’… Yoksa ne yapar eder bizi, birimizden birini bulurdu, ulaşırdı’’ derdi.
Değiştiği/başkalaştığı için bizi aramayacağını aklımıza bile getirmezdik.
Hepimiz gibi değişebilirdi, değişmiş olması çok mümkündü ama’… O Kifayet’’ti.
Köklerini asla unutmazdı.
Gorki’’nin Ana’’sı gibi bir anaya sahip Kifayet, her şeyi unutur da bizi unutmaz, her şeyi bırakır da bizi bırakmazdı.
Bıraktıysa, tek nedeni olabilirdi, o da artık bu dünyadan göçüp gitmiş olması’…
Hüzünlenir, eski anılara dalıp gider; Kifayet’’i, o bıraktığımız 19 yaşındaki haliyle gözümüzün önüne getirmeye çalışarak sessizleşirdik’…
Çok ama çok cılız da olsa yüreğimizin bir yerinde bir gün onunla karşılaşacağımız, bir şekilde birbirimizi bulacağımız, sevinç gözyaşlarıyla kucaklaşacağımız bir an, hep vardı ama’…  
Çok cılız da olsa, seslendiremediğimiz bir umut ışığı, hep olmuştu.
Nasıl ve nereden geleceğini bilmeden, bir gün onu göreceğimize inanırdık içimizin çok derinlerinde bir yerde’…
 
Ve’…
O cılız umut, bugün gerçek oldu.
Kifayet’’le birbirimizi bulduk.
Mucizelere inancımı neredeyse yitirmişken’…
Sevgili arkadaşım, genç kızlık yıllarımın yoldaşı Kifayet, belki de ’‘Yetiş Kifayet’’ çığlığımı, bir kez daha duydu.
Uzak bir şehirden bağlanan telefonda sevinçten ağlayan seslerimiz birbirine karışırken, birbirimizi nasıl aradığımızı, işimizi/eşimizi, çoluk çocuğumuzu nefessiz anlatmaya çalışırken, sıralayıverdiği kelimeler arasında bir cümlesi vardı ki Kiyafet’’in... Gözlerimdeki yaşları hıçkırıklara çevirdi.
O her şeyi anlatan cümlesi şuydu sevgili arkadaşımın:
’“Annemi gece arayıp müjdeyi verdim. Ona ’‘Köklerimi buldum anne’’ dedim. Köklerimi buldum’…’”
 
BİTİRİRKEN’…
Bunca yazılıp çizilesi olaylar/sözler yaşanırken’… Cehalet, düzeysizlik almış başını gidiyorken’… Kimilerimizin içinde; bu ülkenin, bu ülke insanının kaderiyle böylesine fütursuzca oyunlar oynandığı için volkanlar kopuyorken’…
Biliyorum ki’… Çok şahsi, biraz da uzun bir yazı oldu bu.
Lakin’…
Ölünün dirilmesi, siz ağlarken, telefon açıp ’‘ben ölmedim ki, bak işte buradayım’’ demesi gibi bir şey bu, başıma gelen’…
Bu kadar mucizevi. Bu kadar derinden alt üst eden, bu kadar çok sevindiren, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar yoğun bir tat bu’…
Başka bir şey yazmak gelmezdi elimden.
Elimizde kalan dostlarla şu kirli dünyaya tutunmaya çalışırken,
Taaa çok eski yıllardan, dünya henüz bu kadar çok kirli değilken,
Dostlukların/arkadaşlıkların bir anlamı varken’…
Paranla değil, ideallerinle konuşurken’…
O günlerden, 35 yıl öncesinden çıkıp gelen birini yazmayacaktım da kimi yazacaktım ayrıca? Bir de o var zaten, değil mi’…             

Yazdır   Önceki sayfa   Sayfa başına git  
YORUMLAR
Toplam 1 yorum var, 1 adet görüntüleniyor. Onay bekleyen yorum yok.

Küfür, hakaret içeren; dil, din, ırk ayrımı yapan; yasalara aykırı ifade ve beyanda bulunan ve tamamı büyük harflerle yazılan yorumlar yayınlanmayacaktır.
Neleri kabul ediyorum: IP adresimin kaydedileceğini, adli makamlarca istenmesi durumunda ip adresimin yetkililerle paylaşılacağını, yazılan yorumların sorumluluğunun tarafıma ait olduğunu, yazımın, yetkililerce, fikrim sorulmaksızın yayından kaldırılabileceğini bu siteye girdiğim andan itibaren kabul etmiş sayılırım.
 
maksude kılınç 29 Mayıs 2018 Salı 14:27

ben bu yazını okumuştum ama niyeyse altına yorum yazmamışım gönül... oysa tam da altına imza atılacak türden bir yazı olmuş. neydik, ne olduk... savrulduk... ama şurası kesin ki o zamanlar her şey, herkes çok daha temiz ve masumdu. ah.. ah...

Yorumu oyla      11      6  
FACEBOOK YORUM
Yorumlarınızı Facebook hesabınız üzerinden yapın hemen onaylansın...
Rifat ÖZER
Rifat ÖZER
Pişmanlıklar
Nedim ATİLLA
Nedim ATİLLA
Gürgen Kral
Mehmet KARABEL
Mehmet KARABEL
Atatürk bizden biridir!
Neşe ÖNEN
Neşe ÖNEN
Dün ve Bugün Türkiye (6) “Hamam mı? yoksa Spa mı?”
Engin ÖNEN
Engin ÖNEN
Rüşvet ile jest arasında!
Oytun NALBANTOĞLU
Oytun NALBANTOĞLU
Stoilov’a nazar değdi!
Ayda ÖZEREN
Ayda ÖZEREN
Kirpi ikilemi – Hayır deme sanatı
Tayfun MARO
Tayfun MARO
Netameli meseleler 7
Kemal ANADOL
Kemal ANADOL
Bir portre: Sadullah Usumi
Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Nasıl toprak reformu yapılmalı?
ÇOK OKUNANLAR
ÇOK YORUMLANANLAR
FACEBOOK'TA EGE'DE SON SÖZ
GAZETE EGE'DE SONSÖZ
KünyeKünye İletişimİletişim FacebookFacebook TwitterTwitter Google+Google+ RSSRSS Sitene EkleSitene Ekle Günün HaberleriGünün Haberleri
Maxiva