Vesayet ve özerklik kıskacındaki belediyeler

Bizde belediyeler, yerel halkın demokratik temsilcisi kurum olmaktan ziyade, merkezin taşradaki uzantısı olarak kuruldukları için, özerklik ve yerel demokrasi tartışmaları bir hayli geç başlamıştır.

Gerek neoliberal dönemde sermayenin daha kolay dolaşım sağlaması ve gerekse ulus devletlerin belli ölçüde aşınmaya başladığı dönemde belediyelerin özerkliği ve yetkilerinin artırılması gündeme gelmiştir.

Aslına bakarsanız Batı yerel yönetim literatürü ve Avrupa Birliği Yerel Yönetim sözleşmeleri, bu konuya yerelleşme ve demokrasi açısından baktığı için özerkliği ön plana çıkarmaktadır. Hatta özerklik, adeta yerel yönetimlerin en önemli karakteri olarak görülmüştür.

Merkezi hükümetlerin vesayetinden uzaklaşan yerel yönetimlerin hem yerel hizmetleri daha etkin ve verimli üreteceği hem de yerel halkın katılımı sayesinde demokrasiye hayatiyet kazandıracağı ön görülmüştür.

AB normlarının öngördüğü, Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Türkiye'de hep kaygı ve şüphe ile karşılanmıştır. Özellikle etnik ve dinsel temelli siyasal partilerin belediye yönetimlerini ele geçirerek ulusal bütünlüğü ve laikliği tehlikeye düşürecekleri çokça dile getirilmiştir.

Bugünkü Altılı Masanın çok sayıda vaadinden birini de Faik Öztrak, 'yerel yönetimler üzerindeki merkezi yönetim vesayetini kaldıracağız' diye ideal bir durumu dile getirdi. Çünkü bir süredir yerel yönetim pratiğimizin hiç de demokrasi yönünde ilerlemediğini parti ayrımı olmaksızın görmekteyiz.

Birkaç örnek verelim. Yerel yönetimler şeffaflık ilkesine ne kadar uygun hareket etmektedir? İhale kanununa rağmen her belediyenin kendine ait ihale şirketlerinin bulunması şeffaflık ve denetlenebilirlik kuralına ne kadar uygundur?

Katılımcı belediyecilik değil popülist belediyecilik uygulaması egemendir. Kent Konseyleri bu amaçla kurulmuş ama Türkiye'de ölü doğmuştur. Sivil toplum ve katılımcılık yerine başkanların himayesinde kurumlar haline dönüşmüştür.

Yerel halk, yerel siyasetin aktörü olarak değil, sadece yerel hizmetlerin tüketicisi olarak kabul edilmiştir. Hem belediye yönetimleri hem de yerel halk olayı böyle algılamaktadır.

Yerel demokrasiden umut edilen katılımcılık yerine belediyelere yönelik ilgi yurttaş ilgisinden ziyade himayecilik ilgisidir. Bu nedenle Türkiye'de belediyeler yerel demokrasinin kurumları olarak değil de, istihdam, ihale ve imar işleri kurumu olarak öne çıkmaktadır.

Tabii ki bugünkü merkezi vesayet kabul edilir bir model değildir. Son dönemlerde çok sayıda örneğini gördüğümüz görevden alma ve cezalandırma şeklindeki idari vesayet, otoriter tek adam rejiminin sonucudur.

Öte yandan yerel yönetimlerin parti ayrımı olmaksızın siyasi vesayet altında olduklarını da unutmamak gerekir. Yani yerel yönetimler sadece merkezi hükümet karşısında değil, aynı zamanda parti genel merkezi vesayetini de yaşamaktadırlar.

Belediye başkan adaylarının ve belediye meclis belirlenmesi bile parti genel merkezdeki güç odaklarına göre şekillenmektedir. Bu bile tek başına özerklikten ve yerel demokrasiden ne kadar uzak olduğumuzu göstermeye yeter.

Dolayısıyla ideal durum ile pratik bambaşka gerçeklere dayanmaktadır.