Vasatın da altında

Yalanın yüceliğine inanan toplum, yücelttiği yalanlarla hemhal bir hayatı sindire sindire yaşamayı anasının ak sütü gibi hak ediyor olmalı... Değil mi ki ikiyüzlü ahlakın, ucuzluğun, korkaklığın, yetersizliğin, yarım yamalak bilmenin, güç önünde eğilmenin, şuursuz itaatin; tüketim toplumunun standart insanını ortaya çıkardığı aşağılığın da aşağılığı zamanlardayız. Yüce ve kutsal yalanların peşinde, gerçeğin bilgisinden çok uzaklarda…

İnsanlık durumu hiç bu kadar kötü olmadı. İnsanın değeri hiç böylesine ayaklar altına alınmadı.

Sırf sistemden beslenmek için gündelik hayatı tükene tükete sürdüren kişi, sistemin iyi insanıdır. Hayata düşman ama -nasıl oluyorsa- iyi insan…

Onurunu hiçe sayarak dizleri üstüne çöken insanın makbul olduğu ve vasatı belirlediği bu çağda; insan, onuruna ve değerine dair ne kaldıysa, ağır bir yükten kurtulur gibi çıkarıyor hayatından. Çünkü değerli olan, kofluğuyla önemli kılınmış çağın insanının sırtında artık yüktür.

Yalan ve budalalık, uygarlığın pençesindeki insanı sisteme tutsak eden gündelik hayatın, destanları ve kutsal kitapları da anlamlı kılan paradigmasıdır. Satıhlaşan insan, yalanın ve budalalığın rehberliğinde önce hayatı anlamlandırıyor, sonra da bu anlamın biricik olduğuna inanıyor.

Olan biten her şeyin ideolojik yanılsamayla yüceltildiği gündelik hayatta, konuşmak, yazmak ve bir şeyler yapmak için duyulan arzu, saçma bir hevesten ibarettir.

Herkesin bir yalanın peşinden güle oynaya gittiğini göre göre de yalana 'yalan' demek, budalalığın olağan bir durum olduğunu söylemek hiç gerçekçi olmuyor. Büyük insanlık yalana ve budalalığa böylesine teşne iken, bir yalanın peşinde budala olmak belki de makul olandır.

Yönetici ve siyaset elitine göre ise, bunları söylemek, büyük ihtimalle suçtur... Yalanlar ve budalalar olmadan ne yönetmek ne siyaset yapmak mümkündür.

Öldürüyoruz, yalan söylüyoruz, çalıyoruz… Hiç vazgeçmedik. Artık insan olmanın vasatına bile ulaşamıyoruz. Galiba, insan olmayı fazla hafife aldık. Düşüş hiç durmuyor. Gelişme dediğin, meşum düşüşün hikayesinden ibaret kaldı. Bu aslında dinlerin de çözemediği ontolojik bir meseledir.

Yeryüzü yaşamına bu kadar çok zarar vermişken ve bunu yapmaktan bir an olsun geri durmazken, insan sormadan edemiyor; Yoksa zeki olduğumuz doğru değil mi? Aciz ve çaresiz miyiz? Karaktersiz miyiz? Çok mu kötüyüz? Hayatın en rezil hallerine bu kadar teşne olmak, neden?

Aslında, uygarlık durumunu sorgulamadan, bu sorulara yanıt aramak abesle iştigaldir.

Kurduğumuz uygarlık hepimizi ilerleme ve gelişme manyağı yapınca, gözümüz Dünya'yı görmez oldu. Havamızı, suyumuzu kirleten, toprağın bereketini yok eden yine biziz; ama bu geçekle yüzleşemeyecek kadar zavallıyız. Dünya'ya dostumuz değil, hasmımız gibi davranıyoruz. Bileğini bükeceğiz; ama o gün de muhtemelen yeryüzünde insan yaşamının son günü olacak.

Mülkiyete dayalı toplumsallık, toplumların iktidar grupları tarafından yönetilmesine yol açtı. Çünkü üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutanlar, iktidarları belirliyor.

Bugün, iktidar-mülkiyet-para üçgeninde bir tür esaret yaşıyorsak, muktedirlerin ve gücün önünde diz çöktüğümüz içindir. Kimimiz sağcı, kimimiz solcu, kimimiz dindar, kimimiz varsıl, kimimiz orta halli, kimimiz yoksul, kimimiz aç; hepimiz bir idolün, bir muktedirin, bir kurtarıcının, bir tanrının peşinden gidiyoruz. Hiç kurtarılmışlığımız olmasa da…

İnsanlık irtifa kaybediyor. Yeryüzünde yaşam geri sayıyor, Bir avuç muktedir, Dünya'yı yönetiyor. Ve büyük insanlık, o bir avuç muktedirin önünde, iki büklüm… İnsan çok tuhaf bir yaratık…