Şükrü Tül’ün ardından… Nedim Atilla yazdı: Beyefendi
Kenti sarsan vefatın ardında yakın dostu Gazeteci Nedim Atilla, İzmir sevdalısı Tül'ü anlattı: 'Büyük Menderes Ovası'nın Yaşar Kemal'i, Çukurovalı Yaşar Kemal'in ardından gitti. Gönül anılarımızı buruk bıraktı. Işıklar içinde yatsın. Menderes Ovası tüller bağlasın. Dostlar başımız sağ olsun.'
İŞTE O YAZI
Beyefendi…
'Büyük Menderes Ovası'nın Yaşar Kemal'i, Çukurovalı Yaşar Kemal'in ardından gitti. Gönül anılarımızı buruk bıraktı. Işıklar içinde yatsın. Menderes Ovası tüller bağlasın. Dostlar başımız sağ olsun.' Cuma sabahı son nefesini veren sevgili dostumuz Şükrü Tül'ün ardından yazıştığımız arkadaş gruplarına düşen ilk mesajlardan biri de, büyüğümüz Murat Tuncay'a aitti. Şükrü Tül, Homeros'tan Yaşar Kemal'e uzanan olağanüstü Anadolu efsane anlatıcılığı geleneğinin son temsilcilerinden biriydi çünkü…
Çok ince ayrıntıları öğrenmeye çalışan, öğrendiklerini paylaşmaktan sakınmayan, bilgisiyle hem kendini hem karşısındakini çoğaltan ve bildiklerini de güzel anlatan bir adamdı. Dionysos Gezginleri Grubu'nu Fatoş Uygur, Sabri Dereli, Rıza Kınay ve de Murat Ekinci'nin kurumsal desteği ile kurmuştuk. Dile kolay yüzlerce gezi yaptık Şükrü Bey ile… Bazıları Batı Anadolu'yu keşfetmeye yönelik ya da İzmir'i tanımayı amaçlayan günübirlik gezilerdi; bazıları Anadolu'da günlerce sürdü. O kadar çok bayram gününü birlikte geçirdik ki, kocaman bir aile olduk. Şimdi dönüp geriye baktığımızda diyoruz ki, 'O geziler olmasaymış ne kadar eksik kalırmışız?..' Biz bütün bu süreçte galiba en çok dost biriktirdik. Yaz demedik kış demedik, çok gezdik, çok eğlendik, çok şey öğrendik ve dedik ki, 'En büyük zenginliğimiz dostlarımızdır.' Şadan Gökovalı, Bilge Umar, Ersin Doğer, Ahmet Uhri, Yılmaz Savaşçın, Hayri Fehmi Yılmaz gibi hocalarımızla yaptığımız gezilerle, 'Dionysos Gezi Kültürü'nü Türkiye'nin neredeyse hemen her yerinde meşhur ettik. Ancak hiç kuşkusuz, bunda en büyük pay Şükrü Bey'e aittir.
Tam bir Ege aşığı olan Şükrü Bey'den en çok da güzel kentimiz İzmir'i öğrendik. Bu kenti sevmeyi, onun hakkını vermeyi ve keyfini sürmeyi öğrendik. 'Bir parça keyif tutun avuçlarınızda. Körfezin duru suyunun değilse de Şaşal'ın tadını çıkarın. Erişilebilecek birkaç şey değil, çok şey bulacaksınız İzmir'de. İsterseniz lezzetleri de kovalayın.' derdi ve devam ederdi: 'Sabahları oburca 'boyos' yiyin. Bir tane, iki tane, üç tane, on tane... Yanında mutlaka odun talaşında, tavada veya fırında pişmiş yumurta olsun. Yanında mutlaka karadut şerbeti bulunsun. Ya da derin Demir Han içinde koruk şerbeti... Hiçbir şey olmadı limonata… Şeytan Çarşısı'ndan geçiyorsanız, kaldırımda şeftali-vişne karışımı için. Yiyecek gücünüz varsa Tepecik'e uzanın, orada 'hamal böreği' var; ya da yokuş yukarı Eşrefpaşa'da çiğbörek…'
Şimdi o gitti, acele etti biraz… Bizce, dünyanın en iyi lokantalarının dizili olduğu Kemeraltı'ndaki lezzet esnafı da bizim kadar yalnız kaldı. Bundan sonra Kefal pilaki, Akya çorbası ya da temiz Karaburun midyesinden yapılma buğulamayı yerken Davar Mehmet'in yerinde; burnumuzun direği sızlayacak. Yapacak bir şey yok, acele etti. Her zaman önümüzden yürürdü, bu kez de aynısını yaptı.
Sadece arkeolojiyi ve yaşadığımız coğrafyayı değil; yeme-içme geleneğini, Cumhuriyet döneminin en güzel 'Kütahya Çinileri'ni, gravürleri de öğretti bize... Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın örnekleri olan binaların üzerindeki çinilere arada bir gelip bakan sakallı adamı, mahalle eşrafı da özleyecektir. Güzel İzmir Hanı'nda Atina fırınlarında pişmiş parapet vazolar ve türlü çeşit efemeralar da boşuna bekleyecekler. Hepimizden erken davrandı, gittiği yerde nur içinde yatsın.
Şükrü Bey ile birlikte elimde 'sabit kalem', Kemeraltı'nda sadece bir matbaanın ürettiği 'çeki defterleri' cebimde, sokak sokak İzmir'i dolaştığım günlerin üzerinden neredeyse 30 yıl geçmiş. Bir yazısında dediği gibi, 'Bunca tufanın içinde, kalabalığın uğultusunda, sıcak altında, poyraz üstünde çabanızı bekler kent. Elinizden geleni yapın. İzmir'i çoğaltın. İzmir'i arttırın. Hala elinizde bir tutam keyif bulamıyorsanız başka diyecek yok…'
Yaşam sevinciyle yüklüydü, ama bir yanıyla da Rembetiko şarkıları kadar hüzünlü ve yalnızdı. İzmir ve çevresinin özgün müziklerinin Mübadele yoluyla bir bellek dağarcığı olarak Yunanistan'a geçişini, önemli bir kültür olayı olarak niteler, isyankar bir Rebet olurdu bazen…
Her zaman ağırbaşlı bir beyefendiydi, hiç kimseye temennası olmayan... Ciddiye alınmaması gereken adamları dert edinip kendini üzdüğü de oldu. Kendince haklıydı belki, biz anlamadık; ama tanıdığım en bağımsız kişilikti. Çok haksızlığa uğradığını düşünürdü. İş yaptırmışlar, yazı yazdırmışlar parasını ödememişler; danışmanlık hizmeti almışlar, ortaya çıkan eserde bir teşekkürü çok görmüşler… Son zamanlarda kimselere güvenemez, çabuk öfkelenir olmuştu. İşini çok ciddiye alır, çevresindekilerden de aynı ciddiyeti beklerdi… Hassasiyeti bundandı belki…
Birbirimize yıllarca 'Beyefendi' diye hitap ettik. Ben bugüne kadar başka hiç kimseye böyle hitap etmedim, onun da ettiğini sanmıyorum. Bana sık sık, 'Beyefendi, mutluluklar birlikte yaşanıyor da, acılar yalnız başına çekiliyor.' derdi. Ve o lanet tansiyonu bildim bileli hep yüksekti.
Kolay unutulmaz… Şadan Gökovalı, ölüm haberini alınca mesaj atmış: 'Anı, yaşanan olaylardan belleğin sakladığı iz olduğuna göre, Şükrü Tül uzun süre unutulmayacak…' Bu sözün üstüne söz mü olur Beyefendi?..
Bunlar da ilginizi çekebilir