Sportif izdüşümler (2)

Geçtiğimiz günlerde Fransa Açık Tenis Turnuvası Roland Garros, tenisseverleri ekran başına kilitledi . Bizler ekrandan, Ömer Üründül ağabeyimiz gibi oralara gitme olanağı bulabilen spor yorumcuları ise yerinden turnuvayı izledi.

Roland Garros, Akdeniz'i ilk geçen savaş pilotu ve yine Akdeniz'i geçerken Almanlar tarafından düşürülüp 30 yaşında hayatını yitiren bir Fransız kahraman. Sonradan onun adının verildiği 116 yıllık gelenek Fransa Açık Turnuvası ise 36 milyon Euro ödülün dağıtıldığı, 15 bin, 10 bin kişilik kortlarda icra edilen efsanevi bir tenis festivali. Ama gelenek uyarınca kort toprak. Her babayiğidin harcı değil, toprak kortta raket sallamak. Bir anlamda tenisin er meydanı Roland Garros…

Toprağın kralı Nadal, bu yıl da son dönemin parlayan yıldızı İsviçreli Wawrinka'ya top dahi göstermeden 10. kez şampiyonluğa ve ulaşılması güç bir rekora uzanırken, teniste bir performans sporcusunun nasıl olması gerektiğini ve zirvede kalmanın örneğini bir kez daha herkese kanıtladı.

R.Garros'un en ilginç serüveni ise bayanlarda gerçekleşti. 23 kez Grand Slam şampiyonu Serena Williams hamileliği nedeniyle tenise ara verirken, Sharapova ve Azarenka gibi şampiyonlar da Paris'e gelmemişti. Üstelik kadınlar ana tablosunda eski şampiyonlardan hiç biri çeyrek finali dahi göremeden turnuvaya veda etti. En son 1979 yılında Avustralya Açık'ta görülen bu durumu değerlendiren Dünya 47. Numarası, Letonyalı tenisçi Jelena Ostapenko, 20. Yaş gününde 50 winner ile yarıfinali geçip, ilk kez katıldığı turnuvada kupanın kulpuna yapıştı. Finalde de hayatında bir daha böyle bir fırsatı ele geçiremeyecek 30 yaşındaki Romanyalı Simona Halep'i yenerek şampiyonluğa uzandı. Roland Garros'u seri başı olmadan kimse kazanamamıştı. Turnuva tarihi bunu sadece 1933 yılında İngiliz Margaret Scriven'in başardığını yazıyordu. Tenis tarihi ise bir Grand Slam turnuvasında bunu başaran son ismin 20 yıl önce, Ostapenko'nun doğduğu gün zafere ulaşan Brezilyalı Gustavo Kuerten olduğunu…

Biz de ortalama inanışla 'zengin sporu' denilip geçilen tenis, iyi değerlendirildiğinde, desteklendiğinde, sistemli, geleceğe yönelik bir çalışmayla hobi yerine bir performans sporu olarak algılandığında, zirveye çıkmanın zor ama, o denli kolay bir fırsatlar dünyası olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Kah kırmızı toprak, kah yemyeşil çimler, ya da suni zemin üzerinde, bir sağa bir sola, zaman zaman 200 km'ye varan hızlarla, gidip gelen küçük sarı topun büyüsü de belki burdan ileri geliyordu.

Bedri Baykam, Ostapenko için 'Mahallede saklambaç oyunundan sütlü muhallebi kazanmış afacan bir çocuk' benzetmesi yaparken, sütlü muhallebinin arasına da '2 milyon eurocuk' sıkıştığını vurguluyordu.

Roland Garros'u ve özellikle ilk maçlarında 'bu çocukta iş var' diye düşündüğüm Ostapenko'yu keyifle ve imrenerek izlerken Semra Aksu'yu oralarda düşledim.

'Ne alaka?' diyeceksiniz. Durun durun, bu Semra, o Semra değil…

Pistlerde 17 yıl hiç geçilemeyen, 100'ü aşkın Türkiye Rekoru kırıp 500'ün üzerinde madalya kazanan, rekorları yıllardır kırılamayan, Türkiye'yi hem sporcu hem de Federasyon Başkanı olarak Olimpiyatlar'da temsil eden tek kadın, 'Rüzgarın kızı' Semra Aksu'dan bahsetmiyorum.

Söz etmek istediğim, sevgili arkadaşım Semra'nın yeğeni, bir dönem sürat koşularında fırtına gibi esen 110 engelli Türkiye Rekortmeni, değerli kardeşim Ali Aksu ile yıllarca hem bölge hem de Türk Sporu'na şifa, performans ve gelişim dağıtan değerli dostum Dr. Aylin Çeçen Aksu'nun biricik kızları Jr. Semra Aksu…

Semra henüz 14 yaşında… Ama kariyeri şimdiden halasıyla yarışmaya aday. Buca Belediyesi'nde başlayan tenis yaşamı 1990 yılında kurulan İzmir'in köklü tenis yuvası İZTİK kortlarına taşınırken, emektar hocalarının denetiminde hırslı ve çalışması ve genlerine kazınmış sporcu kimliği onu da daha küçük yaşta zirveye taşımış.

Jr. Semra, Nisan başında Atina'da Kalovelonis Turnuvası'nda 14 Yaş Avrupa Çiftler şampiyonluğuna uzanırken, sessiz sedasız anlamlı bir ilke imza atarak, Türk Spor Tarihi'ne de geçti. Partneri Güney Kıbrıs'tan, Rum Kesimi'nden Maria Constantinou ile oracıkta tanışan Semra Aksu, ilk kez bir Kıbrıslı Rum sporcu ile Türk sporcunun işbirliğine imza attı. Ve sonu şampiyonlukla biten, ama çok daha da önemlisi, sporun evrenselliğini kanıtlayan, din, dil, ırk ayrımı yapmayan, devletlerarası uyuşmazlıkları da pas geçen, en güzel erdemi, evrensel dostluğun dünya tenis literatürüne ve spor tarihine kazınacak, çok anlamlı bir örneğini oluşturdu.

Neredeyse onun için sıradanlaşmaya başlayan son iki başarısı ise önce Arnavutluk'ta 14 Yaş Tiran Tennis Europe Turnuvası'nda teklerde ikinciliğe, çiftlerde Melisa Şenli ile şampiyonluk kupasına uzanmasıydı. Ardından Bosna – Hersek'te Tuzla'da yine 14 Yaş Tennis Europe'da yine kılpayı şampiyonluğu kaçırırken bu kez Mina Toğlukdemir ile birlikte, ipi önde göğüsledi.

Bundan 12 yıl önce Türk Spor Tarihi'nin en büyük spor organizasyonu 2005 Universiade'ın altından başarıyla kalkan ve organizasyonun başarısı, kalitesi, katılımı ile Üniversite Olimpiyatları tarihine geçen İzmir'in bir olimpik kent olduğunu anımsaması ve Semra Aksu ile birlikte kıyıda köşede kalmış diğer Semralar'ın da elinden tutması kentin önünde bir sportif ödev olarak duruyor.

Hem kent, hem de Türk Sporu olarak yıllarca süregelen başarının yanında yer alıp fotoğraf karesine girmeye çalışmak, şampiyonluğu 'şak şak' lamak yerine, zirveye giden yolda mücadele vermek, yoktan varetmek yeni şampiyonlar yaratmak için çalışmalıyız.

Semra diğer Semralar'a oranla daha şanslı. Semra Aksu, Ali Aksu ve Himmet Aksu üçlüsü ile onlarca rekora ve 400'ün üzerinde Milli mayoya imza atan bir ailenin genlerini taşıyor. Annesi Türkiye'nin en özverili, en çalışkan, en ilerici, en araştırmacı, en değerli spor hekimlerinden biri.

Ama onun da desteğe ihtiyacı var. Semra Aksu'dan geçilmez bir performans sporcusu yaratmak ve onu 20 yaşındaki Letonyalı gibi bir Grand Slam Şampiyonu yapmayı sadece ailesi değil, bu kent düşlemeli ve bu uğurda çaba harcamalı bence.

Sponsorlarla desteklenmeli, bolca turnuvalara gönderilmeli, performans ve tekniğinin dünya sıralamalarına taşınması için alanının en iyileriyle çalışması sağlanmalı. En basitinden, Semra'nın uzun boyu ve üstün fiziği özellikle servislerde avantaj sağlayabilir ve onun ileride ikinci bir Sharapova olabilmesine olanak bile tanıyabilir.

'Her şey hayal etmekle başlar' demişti, değerli büyüğüm Lucien Arkas … Arkasspor, erkekler voleybolunda hayali bile güç olan Avrupa Şampiyonluğu'na uzanırken… Ardından diğer şampiyonlar geldi. Kadınlarda ise dünya şampiyonlukları neredeyse kanıksanmaya başlar oldu.

Arkas'ın bu öncü serüveninde bir dönem spor hekimi olarak bir rol üstlenen Aylin Çeçen Aksu'nun kızı şimdi bir başka hayalin kapısında duruyor. Bu hayal, çağdaş İzmirli Türk kadınına yakışan bir hayal… Önümüzde en iyimser olasılıkla 6 yıl var!

Unutmayalım.

Her şey hayal etmekle başlar. Muhtaç olunan kudret ise damarlardaki asil kanda mevcut.

Göztepe'nin 92. Yılı'nı ve Süper Lig şampiyonluğunu bir kez daha kutluyorum. Kente gelen iki şampiyonluğun hala bir takım safsatalara takılıp kalanlarca değil, gerçek sporseverlerce ve kentseverlerce yorumlanması gerektiğini ve bu sinerjinin iyi değerlendirilip düşmanlıklarla, birbirinin ayağından çekmeye çalışmak yerine, güçlü bir iş ve gönül birliğiyle kent sporu olarak yeni ufuklara yelken açılmasını diliyorum.

Sportif izdüşümler sürecek. Şimdilik hoşça kalın.