Pek çoğumuzu eve kapatan korku/dehşet ortamı kısmen dağılsa da… İnsanlar zorunlu olarak işyerine/okula gitmek ya da zorunlu ihtiyaçlar için evlerinden çıksa da… İşleri biter bitmez yeniden eve kapanıyorlar. Daha düne kadar lebalep mekanlarda tek tük dolu masalar görmek, bahar havasına rağmen sokakların eksik kaldığına tanıklık etmek, içimizdeki o yeni yeni tanımaya başladığımız geleceksizlik kaygısı ateşinin sönmesine/küllenmesine izin vermiyor. Her yeni olay, fısıltılar, haberler ateşi harlı tutuyor tersine…
'Hayra alamet olmayan bu yeni durumu, bu eve kapatan korkuyu anlamaya çalışıyorum.
Hani biz kaderci toplumduk, hani her birimizin içinde 'bana bir şey olmaz' çipi yüklüydü? Hani şerden bile 'hayır' çıkarmayı bilen tevekkülümüz, özgün bir genişliğimiz vardı, ne oldu bize?
Keşke bir sosyal psikolog çıksa da bu titreyen halimizin nedenini açıklasa ,'hayat nasıl bu kadar durma noktasına geldi'yi anlatsa bize' demiştim yazımda…
Kendiliğinden çıkıp gelmeyeceğine göre, 'nedeni niçini öğrenmeden rahat etmeyen bünyemin' merakını gidermek, hem de size de bir faydam olsun diyerek Prof. Dr. Melek Göregenli'nin telefonunu çevirdim. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Melek Göregenli Hoca'ya da benzer sözleri tekrarladım.
Biz ki kaderciliğimizi atasözlerine bile nakış gibi işlemişiz.
'Akacak kan damarda durmaz', ' Atın ölümü arpadan olsun', 'kısmetimde ne varsa kaşığımda o çıkar' demişiz.
' İş olacağına varır' deyimini mottomuz yapmışız; yetmemiş, kamyonumuzun arkasına 'çilemse çekerim, kaderimse gülerim'i çivilemiş bir milletiz.
Arabalarımıza bir at nalı, bir maşallah, bir bebe pabucu astık mıydı, kabak lastikleri umursamayan, dikiz aynasının kırık ya da yok oluşunu ve de fren lambalarının çalışmayışını 'kaderde varsa kaçılmaz'a bağlayan rahatlığımıza ne oldu?
Ne oldu da kaderciliğin o ferah feza konforlu hamağından kalktık?
Ankara ve İstanbul'da ardı ardına patlatılan bombalar kahretmeyecek, korkutmayacak gibi değil ama bu sefer farklı olan ne ki eve kapanacak/işe, okula gidemeyecek/toplu taşımdan uzak duracak kadar korktuk biz?
'Bu herhangi bir bombalama tesiri değil' dedi Melek Hoca. 'burada bir değil, birden fazla tehdit söz konusu. İŞID var, PKK var ve büyük bir belirsizlik duygusu var' deyip devam etti:
'Belirsizlik duygusu insanlarda içe kapanma duygusunu beraberinde getirir. Nasıl ki vücudumuz bir fiziki dış tehdit karşısında kapanır, nasıl o anda başımızı korumaya çalışarak içe doğru kıvrılırız, tıpkı bunun gibi işte, dış tehlikeye/tehdide karşı kendimizi, eve/içe kapatarak korumaya çalışıyoruz. Dış dünya ne kadar kontrol edilemezse, içe o kadar kapanırız. Çünkü hayatı küçültmek kontrol duygumuzu artırıyor. O yüzden eve kapanıyoruz, tehditle başa çıkamıyoruz çünkü. Güvendiğimiz bir siyasi otorite olmaması, bizi birilerinin bu tehditlere karşı koruyacağına inanmamamız da bu kapanmada etken.'
Suruç'ta çoğu genç 33 insanın hayatına mal olan intihar saldırısı…
Ankara'da son 5 ayda 3 bombalı saldırı.
10 Ekim barış mitinginde 107, 17 Şubat'ta çoğu askeri personel 29 ölü, 13 Mart'ta Kızılay'dan tesadüfen geçen 37 sivil,
Öncesinde 12 Ocak'taki Sultanahmet saldırısında 13 Alman turist,
Pazar günü İstiklal'de 5 ölüm… Ve hepsinde yüzlerce yaralı…
Ölüm çetelesine Güneydoğu'da sürdürülen 'terörle savaş' bilançosunu, her gün memleketin dört bir yöresine gönderilen şehitleri asker polis cenazelerini, çocuk, kadın, yaşlı sivil ölümlerini ve bu patlamalarda ölmese bile hayatları kararan yüzlerce yaralıyı ekleyin. İnsan hayatının sonlanışını rakamlarla ifade etmek çok zoruma gitse de sonuç, bilançosu çok çok ağır bir tablo.
'Allah bu acıyı unutturacak bir acı vermesin' diye dua eder bizim insanımız. Yakınını kaybetmiş biri, bu sözlerle, bu duayla teselli edilmeye çalışılır. Ama bu tabloyu hangi sözlerle teselli edelim biz şimdi? Ve korkmamasını sağlayalım?
Var mı bizi koruyacağına inandığımız/güvendiğimiz tutunacak bir dal?
İstiklal'de patlamanın ardından çoluğu çocuğu ile yürüyüşe çıkıp vatandaşı da dışarıya çıkmaya çağıran, iyi niyetle moral vermeye çalışan Beyoğlu Belediye Başkanı'na bakıyorsun bir… Aynı günün akşamında devletin zirvesinin 'güvenlik gerekçeleriyle' derbi maçının iptal edilişine bakıyorsun bir de.
İstiklal saldırısı öncesi alarm veren Alman makamlarına bakıyorsun bir… Sonra onu yalanlayan Valilik makamına ve Alman istihbaratının, maalesef patlamayla doğrulanan çıkışına bir de…
Ve sonra tam burnumuzu dışarıya doğru çıkartmaya çalışırken Brüksel'de patlayan bombalara, Almanya'dan sonra Hollanda'nın da güvenlik gerekçesiyle İstanbul Konsolosluğu'nu kapatışına.
Mesele sadece terör korkusu/paniği de değil. Mesele her terör olayının, her patlayan bombanın, kayıplarımıza kahrolmanın, siyasetteki bu tıkanmışlığın, çaresizliğin, aynı zamanda yaşam sevincimizi de çalışma/üretme isteğimizi, hayat iştahımızı da sürekli rendeliyor/eksiltiyor olması…
Oğuz Atay'ın dediği gibi 'şarkılara, şiirlere, filmlere kitaplara tutunabilirken, insanın insana tutunamaması… ' kahredici. 'Hepsinin geçeceğini ama delip de geçeceğin'i bilme duygusu da cabası.
Son cemre de toprağa düşeli iki haftayı geçti, içimiz hala ürpermede hasılı…