Sakura ve Lalenin yol arkadaşlığı

Saygun’un salonu hafifçe aydınlatılmış. Böylelikle elimizdeki özenle hazırlanmış kitapçığı rahatlıkla okuyabiliyoruz. Okuduklarımız eşliğinde dinlediğimiz konserin tadı, daha da bir katmerleniyor. Son derece romantik bir ortam, sahnede iki piyano, dört elden su gibi akan ezgiler ve pek sevdiğimiz makam müziğimize dayalı doğaçlamalar, çoğu izleyicinin belki de ilk kez duyduğu kısa Japon şiir ‘haiku’lar ile harmanlanıyor. Perdede haikular akıyor ve nefis müzik onlara eşlik ediyor. Haikularla Allaturca dinlemekteyiz.

Sakura (kiraz çiçeği) ve lale, Japonya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kültürel sembolleri olarak farklı anlamlara sahiptir ve bu iki medeniyet arasında dikkat çekici paralellikler ve kültürel bağlar kurar her zaman. Sakura, Japon kültüründe derin anlamlar taşıyor ve baharın gelişini simgeliyor. Geçici ve kısa ömürlü olması nedeniyle, yaşamın geçiciliği ve doğanın güzelliği gibi Zen Budizm'den ilham alan kavramlarla ilişkilendirilir. Japonya’da Sakura dönemi, hanami (çiçek izleme) geleneği ile kutlanır ve insanlar bu çiçeklerin altında toplanarak doğanın güzelliklerini seyreder.

Lale ise, Osmanlı İmparatorluğu'nda özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda bir zarafet ve refah sembolü haline gelmiştir. Lale Devri (1718-1730), Osmanlı kültüründe sanat, edebiyat ve bahçe düzenlemeciliği gibi alanlarda yeniliklerin yaşandığı, lalenin büyük bir hayranlık uyandırdığı bir dönemdir. Lale motifi, Osmanlı mimarisinde ve süslemelerinde sıkça kullanılmıştır.

Hem Japonya hem de Osmanlı, doğanın zarafetini ve geçiciliğini sanatlarında ve günlük yaşamlarında önemli bir tema olarak benimsemiştir. Sakura'nın ve lalenin sanatta sıkça yer bulması, bu estetik anlayışın yansıması…

Bugün Japonya'da sakura festivalleri, Japon kültürünün dünyaya tanıtılmasında önemli bir rol oynarken; lale, Türkiye'nin özellikle İstanbul’da her yıl düzenlenen Lale Festivali ile kültürel bir simge olarak yaşamaya devam etmektedir. Bu iki çiçek, sadece kendi ülkelerinin değil, aynı zamanda doğu medeniyetlerinin doğa sevgisini ve zarafetini de temsil eder.

AASSM’ye bu duygularla gelmişiz… İzmir’in kültür ve sanat aydınlığında yaşayan, Bakü ve Ankara doğumlu 2 sanatçı; Dr. Cemile Cabbar ve Nihat Demirkol, sıra dışı bir projede buluşmuşlar… Kalbi, Anadolu’nun her köşesinde atan bir müziğin renkleri üstünde düşünmüşler; Hindistan’dan Kuzey Afrika’nın en batısına kadar olan bölgeyi ve yanı sıra Kafkaslar’ı, Türk Cumhuriyetlerini, Balkanlar’ı ve Ortadoğu’yu da kapsayan devâsa bir coğrafyada, 2-3 milyar insanı kendine çeken, bağlayan ve onların yüzyıllardır kültürlerinin bir parçası olan ‘makam müziği’ni, Batı kültürünün görkemli enstrümanı piyanoya, (Feyzi Aslangil’in deyişiyle...) “tatbik etmişler”.

‘Türk Bestecileri’nin eserlerini sanatseverlere, yeni ve çarpıcı bir yorumla, üstelik “2 piyano ve 4 el”den oluşan müzikal bir zenginlik içinde dinletmek, tanıtmak ve bu senteze ait kalıcı kayıtlar bırakabilmek için bir araya gelmişler. Bu incelikli ve bir o kadar da cesur çabayı yürekten kutluyorum. Çok da iyi etmişler. Bize keyfini çıkarmak düştü.

Devamını kitapçıktan okuyalım:

“Klâsik Batı Müziğinde ‘4 el piyano’ için bestelenmiş eserler, 18. yüzyıldan itibaren repertuvarlarda yer alıyor ve oda müziği performansı adına, önemli bir literatüre sahip…

Zaten, büyük bestecilerin çoğu, bu sahada eser vermekten uzak duramamışlardır.

Oda müziği ve özelinde ‘4 el piyano’ icrası, ‘topluluk ustalığı’ kavramıyla daha kolay açıklanır ve ‘eseri birlikte, ama kişisel tavrı kaybetmeden icra etme yetkinliği’ni içerir.

Eşzamanlılık ise, iki şekilde tanımlanır: Birincisi, ‘topluluk tekniğinin vazgeçilemez kuralı’, diğeri ise ‘sanatsal birlikteliğin doruk noktası’ olarak. Esasen, geleneği itibariyle yine bir ‘oda müziği’ heyecanı olan Türk müziğinde ise durum, bundan çok farklıdır. Osmanlı’ya uzanan bir tarihleme ile Anadolu coğrafyasında, yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen, ‘makam müziği perdelerinin (seslerinin) tamamına sahip olmayan piyano’; özellikle muhafazakâr kesimin, hep kuşku ve çekinceyle yaklaştığı, son tahlilde, varlığını gizli-açık reddettiği bir enstrümandır.”

***

Cabbar ve Demirkol, 2 farklı ülkeyi, 2 farklı müzikal kökeni ve 2 farklı kuşağı temsil ediyor... “Biri, opera eğitiminden gelen, diğeri makam müziği kökenli 2 piyanist”in buluştuğu ‘duoallaturcaimpropiano’ dünya prömiyerini, geçen yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılı onuruna davet edildikleri 36. İzmir Uluslararası Müzik Festivali’nde gerçekleştirdiler.  Ardından bu proje, Haydar Aliyev’in 100. doğum yıldönümü için, Azerbaycan Dövlet Filarmoniya Salonu’na kabul edildi ve Bakü seyircisiyle buluştu.

HAIKULARLA ALLATURCA... “Japonya ile Türkiye Arasında Diplomatik İlişkilerin Tesisinin 100. Yıldönümü”nün kutlandığı 2024 yılında, ‘duoallaturcaimpropiano’nun sunduğu proje, Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği tarafından da kabul ve tescil edildi. “100. Yıl Etkinliği” adını, ayrıca ‘sakura ve lâlelerden oluşan’ özel logoyu kullanma izniyle de onurlandırıldı.

Haikularla Allaturca; ana hatlarıyla, Japon ve Türk kültürünün, kadîm ve estetik zevki yüksek sanat anlayışına bir saygı, daha derinlerde ise, Haiku ve Allaturka’nın geleneksel ustalarına bir şükran projesidir.

Haikularla Allaturca; Japon şiiri ve Türk makam müziğini buluşturarak bir kültür köprüsü oluşturan, ülkeler ve uluslar arasındaki dostluğu geliştirecek, hatta iki ülkenin sanatseverlerini birbirine daha da yakınlaştıracak butik bir sahne gösterisidir.

Bu proje için, başta Başo ve Başo okulu şairleri olmak üzere ustalara ait Haiku sembollerini, Türk bestecilerin ağırlıkla aynı döneme tarihlenen müzikal motifleri ile sentezleyen bir repertuvar hazırlandı ve bu seçkin repertuvar, duygu ve virtüözite yükü çok yüksek bir icraya evrildi. Bizler de sahnedeki bu şahane performansa tanıklık ettik, mest olarak…

Dinletinin sahne akışında, arka plandaki görsellerde Japonca, Türkçe ve İngilizce ‘Haiku’lar gördük. Öndeki 2 piyano, “çiçek, meşe, dolu, söğüt, bulut, martı, ay, kelebek, bahar, güz, dağ, gölge...” gibi temel Haiku sembollerine makam müziği ile adeta ses, renk, duygu, koku oldu.

Bazı bölümlerde, Japon ve Türk kültürüne ait ‘koto, kanun, santur, davul, kös...’ gibi ortak enstrümanların zengin ve görkemli tınılarından öykünerek piyanoyla çizilmiş resimler de aktı gitti.  

Zaman zaman da Japon şarkılarındaki pentatonik diziler ile Allaturca’daki makam dizileri buluştu; bu eşsiz sentez ile “sakura ve lâle’nin benzeşliği” daha da açığa çıktı.

Şimdi size konsere ilham veren haikulardan birkaç örnek sunmak isterim:

Ölüme ne kadar yakın

Unutulmaz çocukluğumun

Ağır çiçekli ıhlamur ağacı

Japonya'da haiku alanında ulusal ve uluslararası çapta her yıl düzenlenen ve “Haiku'nun Nobel”i sayılan Uluslararası 10. Mainichi Haiku Yarışması'nda (2007), Yelda Karataş’a, “Büyük Ödül”ü kazandıran bu şiir aslında İngilizce yazılmıştır.

Rast makamına, açılıştaki doğaçlamalarla hayli uzak yoldan gelinir. Karara yaklaşılırken, belli belirsiz, “makber”in esintileri duyulsa da, giriş teması, serbest çağrışımlara açıktır. Abdülhak Hâmid Tarhan, “Makber”i, 1885 yılında ilk eşi Fatma Hanım'ın ölümü üzerine yazmıştır.

Bestesi Mehmet Baha’ya aittir.

***

Bulut zaman zaman                         

Ara verir

Ay seyranına işte                  

Başo tarafından, 1685 Güz’ü, hasat dolunayında, “şahane ay” sırasında,

13 Eylül’de yazılmış bu haiku... “Bulutların, zaman zaman ay’ı örterek, seyrâncılara dinlenme firsatı verdiği” yorumu, genel kabul görmüş olsa da, “gözler dinlense, bu arada bulut da ay’ı seyretse...” gibi anlam bildirenler de yok değil.

Bu Eylül seyrânından asırlar sonra... Piyanist Neveser Kökdeş Hanım, mehtaba bakan onlarca gözün, başka başka şeyler gördüğünden o kadar emindi ki, “sevince... “diyordu, “seyrân yar ile güzel...” diyordu. İstanbul’daki mehtâbın, bilhassa Bahar’a tesadüf eden “âlem-i şeb”de (gece dünyasında) bambaşka olduğu fikrini bestelemişti.

“Radyolar, yıllarca bu şarkıyı çaldılar...”

***

Kapını Açık Tut

-Tutabildiğince-

Gelirse, Diye...                                                                     

Türkçe Haiku’nun çok şey borçlu olduğu, Oruç Aruoba’dan seçilen bir şiir; uyku ile uyanıklık, beklemekle gelivermek arasında açık tutulan bir kapıdan bahseder.

Bu (açık bırakılabildiği kadar...) açık bırakılmış kapıdan, “hâb-ı gâh-ı yâre” (sevgilinin uyuduğu yere...) girilir ancak diye düşündük. Giriftzen Âsım Bey, Girift adı verilen ney cinsinin,

en başarılı ve son icracılarından kuvvetli bir bestekâr. Mustafa Reşit Bey’in güftesinde,

“Bekleyen mi, beklenen mi perişan acaba ?”

***

Bize unutulmaz bir gece yaşatan değerli üstadım Nihat Demirkol ile Cemile Cabbar Hanımefendiye ve bu projeye emek veren, destek çıkan herkese çok teşekkürler…

Bu yazıyı Şahabettin Bulut kardeşimin tasarladığı kitapçığın yol göstericiliğinde yazdım. Ona da bir teşekkür borçluyum.