Yazarımız Gönül Soyoğul'un Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil'le yaptığı söyleşi...
BAŞLARKEN…
Her gün demeyeyim ama haftada 3-4 kez telefonla görüşüyoruz. Çoğu kez 'beni güldürdün ya, Allah da seni güldürsün' diye; ender de olsa 'bu absürdlüğü yazsa yazsa Yılmaz'ın kalemi yazar' diye arıyorum O'nu.
Aramak için her daim bir bahanem var kısacası.
Bazen konuşurken; ertesi gün çıkacak yazısını da okursa telefonda; durum daha da şahane oluyor tabii.
Hürriyet'te 3. sayfaya transfer edilince, 'tamam' dedim, röportaj için de bahane çıktı. 'Tamam, ne zaman istersen' dedi ama ya onun işi çıktı, ya da benim.
Bu gün, şu gün derken, Ayşe Arman, aynı takımda olma avantajıyla, küt diye röportajı Hürriyet'e çaktı, geçti.
Bozuldum tabii de yapacak bir şey yok. Deplasmanın gözü kör olsun.
Ama bu arada 'Kürt açılımı' diye gergef olmuş bir Türkiye var ve Yılmaz, bu kez 3. sayfadan gürlüyor.
Her sabah bizim büroda, fanatiklerinden Ümit Yaldız mesela, 'Bak işte ya, budur işte, alnından öpmez miyim bu adamı ben!' diye esiyor. Bense için için 'Kürt açılımı' yazılarına içerliyorum Yılmaz'ın. Tahrikkar buluyorum kimilerini. Cümlelerinin sonuna içimden 'ama'lar ekliyorum. Hadi, açık söyleyeyim, kızıyorum. Basbayağı kızıyorum.
Bir yandan da söylemek istediklerini tam ifade edemediğini düşünüyorum.
Kısa yazmanın kurbanı olduğunu, yerinin/yeninin dar olduğunu falan hesap ediyorum. Seviyorum ya onu; konduramıyorum. Her gün basında yazılarına yapılan eleştirileri/hakaretleri kaldıramıyorum.
'Ayşe yaptıysa yaptı. O işin magazin kaymağını yedi, ama benim derdim Kürt açılımı ile ilgili düşündüklerin/yazdıkların. Geliyorum, fena kapışacağız' dedim.
'Geleceğin varsa, göreceğin de var. Bakalım söylediklerimi yazabilecek misin' dedi.
Ben bir tahrik ettim, o bin!
Hadi bakalım İstanbul yolları.
'Kürt açılımı' için giderken, 'İzmir açılımı' üzerine dizi röportajlar yapacağım aklımda bile yoktu.
Yılmaz'la yine Star Tv'deki odasında söyleştik. O 'Göztepe'li kupasıyla içti çayını, her zamanki gibi, ben de ince belli cam bardakta.
Fotoğrafları Milliyet'ten arkadaşlar çekti. Yılmaz 'Keşke sokakta/bahçede de biraz çekseydik' hayıflanmalarım üzerine, Hürriyet'ten Sebati Karakurt'un çektiği fotoğrafları da gönderdi. (O'nun çektikleri zaten, fark atıyor.)
Önce Kürt açılımı ve tabii yaklaşan genel seçimler üzerine konuştuk uzun uzun. Sonra da 'İzmir' üzerine.
Kimi zaman, gülmekten öldüğümü söylememe bilmem gerek var mı?
İzmir'le ilgili olanları 9 Kasım Pazartesi günü başlayacağımız dizide okuyacaksınız.
Sırada önce Yılmaz Özdil'den 'Kürt Açılımı' var. Buyurun açılıma…
GÖNÜL SOYOÐUL: Son günlerdeki gündemimiz af, PKK'lıların dağdan inmesi. Bu konudaki en sivri/damardan yazıları yazanlardan birisin.. 'Niçin yıllardır birbirimizi boğazladık?' diye başlasam röportaja, ne dersin?
YILMAZ ÖZDİL: Bu çok uzun bir yanıt gerektirir. Sosyologların cevap vermesi lazım aslında. Türkiye'deki Kürt varlığını ve Kürt sorununu yok saymadan söylüyorum ki, PKK suni bir problemdir Türkiye'de. Bunu biz çıkarmadığımız için, bizim insanımız çıkarmadığı için dolayısıyla çözümünü de biz bulamıyoruz. Yani bana göre PKK, tekrar altını çiziyorum Kürt varlığını reddetme, Kürt sorunu yoktur deme manasında söylemiyorum. Ama bana göre, PKK, EOKA, ASALA gibi Türkiye Cumhuriyeti devletini hedef almış başkaları tarafından kotarılmış bir örgüt. Dolayısıyla bu yüzden sorunu da biz çözemiyoruz.
SOYOÐUL: Seni yakından takip eden milyonlardan biriyim. Pek çok insanı ya öfkelendirdiğini ya da senin yazını okuyanların, kimilerine müthiş öfke beslediğini düşünüyorum.
ÖZDİL: Böyle olması normal. Hürriyet'in 3. sayfasında yazmak, daha önce de Hürriyet'te yazmak, ondan önce Sabah Gazetesi'nin 3. sayfasında yazmak, bazı insanların senden nefret etmesi için yeterli bir sebep.
SOYOÐUL: Sana yönelen iki uçlu duygu durumu; bir yanda fanatiklerin var, öte yanda da yazdıklarından nefret edenler…
ÖZDİL: İnsanların kafasında birtakım şablonlar var. Mesela nefret ettikleri kavramlar var ve seni o nefret ettiği kavramlarla özdeşleştiriyor. Mesela ben bunu çok yaşıyorum, gelen mesajlardan vs. çok rahat okuyorum benim yazmadığım şeyleri, benim yazmış olduğum gibi algılayıp yorumlayabiliyor insanlar. Dolayısıyla benim burada söylediğim son derece açık. Diyorum ki, PKK'yı Türkiye ve Türk insanı kurmadığı için, dolayısıyla çözümü de biz yapamayız. Bu sorunda bu açılım meselesi, bu savaş ya da çatışma meselesinde iki tane seçenek vardır. Ya devlet bütün gücünü kullanarak diplomatik, siyasi, ekonomik, askeri gücünü kullanarak bunu yok eder, ya da PKK ile masaya oturursun. Bir üçüncü seçenek söz konusu değildir. Mesela Başbakan ya da başka biri diyor ki: 'Biz bunu hallederiz, PKK devre dışı kalacak.' Mümkün değil ki!
SOYOÐUL: Yani biz şimdi önümüzdeki süreçte bunu mu bekleyeceğiz? Ya PKK'yı derdest edecekler ya da PKK ile masaya oturacaklar. Yanlış mı anladım?
ÖZDİL: Başka hiçbir seçenek yok. Benim anlatmaya çalıştığım bu. Bunun dışında ben durum tespitleri yapıyorum ama insanlar benim yazmadığım şeyleri yazmışım gibi yorumluyor çünkü onların kafasında bu mesele çözülmesin diye uğraşan insanlar var, beni onunla özdeşleştiriyor. Ya da Kürt düşmanı, ırkçı insanlar var bu ülkede. Yani sen eğer onun istediği gibi yazmıyorsan; o seni, karşı olduğu bütün değerlerle özdeşleştirerek yorumluyor. Dolayısıyla senin asla yazmadığın konularda 'Sen bunu yazdın' diye yorumluyor.
SOYOÐUL: Doğru, direkt olarak öyle söylediğin bir şey olmadı.
ÖZDİL: Bir örnek. Bana göre Meclis'te DTP olmalı. Bunu daha önce yazdım, hatta bazı DTP milletvekillerini severim. Ama, DTP denilen parti, daha önce kurulmuş ve Anayasa'ya aykırı bulunarak kapatılmış bazı partilerin devamıdır. Bugün geldiğimiz noktada ya bu partinin açılmasına engel olacaksın öyle değil mi? Ya da bu partiyi artık hiçbir şekilde yargılamayacaksın. Şimdi bu durum tespitini yaptığın zaman sana diyor ki, 'Sen antidemokratsın.' Kardeşim, ben antidemokrat değilim. DEP'i ben kapatmadım. DEP'i bu ülkenin Anayasa'sı kapattı. Eğer o bu şablonda kapatılıyorsa, bunun da kapatılması lazım; ya da açılmaması lazım. Ben bu tespiti yapıyorum. Çünkü, bu bizi hukuksuzluğa itiyor. Yani 'ben canımın istediğini kapatırım, istemediğini kapatmam' oluyor. Yanlış olan budur. Mesela bu fotoğrafı ortaya koyduğun zaman sana diyor ki, 'Sen antidemokratsın'. Neden? 'DTP'nin kapatılmasını istiyorsun.' Hayır, anlatmaya çalıştığım çifte standartın yok edilmesiydi. Mesela, papağan gibi söylenen bi şey var, nedir? 'Avrupa'da hiçbir ülkede bizimki kadar parti kapatılmıyor.' Doğru. Çünkü, Avrupa'da kapatılan partiyi bir daha açtırmazlar. Şimdi bunu söylediğin zaman seni antidemokratlıkla suçluyorlar, hayır ben bir durum tespiti yapıyorum. Ama sen DTP aleyhinde konuşulsun istemediğin için, duyduğun her cümleyi o şablonda değerlendiriyorsun. Bunu, dediğim gibi gazetecilerin değil, daha çok sosyologların irdelemesi gerekir.
Mesela şunda da var, Kenan Evren diye bir adam var bu ülkede. Adam darbe yaptı, insanları hapse attı odur budur, kimisi beğenir kimisi beğenmez öyle değil mi? Şimdiki Genelkurmay Başkanı'nı Kenan Evren'le özdeşleştiriyor. Halbuki aradan 30 sene geçmiş. O başka insan, bu başka insan. Mesela mevcut Genelkurmay Başkanı'nı Kenan Evren'le özdeşleştiriyorsan eğer, o zaman Hilmi Özkök'ü de Kenan Evren olarak algılayacaksın. Yani bu çifte standartlar değişmedi. Yani anlatmaya çalıştığım benim bu. Ben gazeteciyim, gördüğümü yazıyorum. Buradaki insanların dertleri şablonlarla ve bir başkalarıyla; ama, sen yazdığında eğer beğenmiyorsa, beğenmediği bütün kavramlarla seni yargılıyor. Mesela uzatıyorum ama son dönemlerdeki açılım konusu… 'Açılıma karşı mısın?' diyor. 'Açılımın içinde ne olduğunu bilmiyorum' diyorum. 'Sen karşısın, çünkü sen ırkçısın.' Böyle bir değerlendirme komik.
SOYOÐUL: Şimdi dedin ki 'ben durum tespiti yapıyorum' Türkiye'de gazeteci ve köşe yazarlarına dönüyorum. Bence gazeteler artık, köşe yazarları üzerinden değerlendiriliyor. Şöyle bir kategori yapabilir miyiz, yazarlar arasında böyle bir şablon var mı? Durum tespiti yapanlar, ileriye dönük yol gösterenler, müdahil olanlar, olmayıp yol gösterenler vs. gibi. Böyle bir yazar kategorisi var mı basında?
ÖZDİL: Var. Mesela iktidardan ihale alan gazeteciler var! AB'den para alan gazeteciler var. Ya da çalıştığı gazetenin patronunun ideolojik çizgisine tabi olan gazeteciler var. Var oğlu var.
SOYOÐUL: Sesli düşünüyorum, beğendiğimiz yazarlardan, en başta da senden, şöyle bir beklenti oluştuğunu görüyorum. Yılmaz Özdil desin, biz onu yapalım. Böyle bir ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Var olan liderlere pek de inanmıyoruz/güvenmiyoruz çünkü….
ÖZDİL: Onu, oy verdiğin partiye soracaksın.
SOYOÐUL: O yanlışı mı yapıyoruz? Ya da bu bir hata mı?
ÖZDİL: Tabii, vatandaşın böyle düşünmesinin sorumlusu da yine gazeteciler. Çünkü, mesela gazeteciyi sen polis muhabiri yapıyorsun, adam emniyet müdürü oluyor, öyle gibi davranıyor. Ya da Fenerbahçe muhabiri yapıyorsun, Fenerbahçe'nin içinden haber vereceğine Aziz Yıldırım olup Fenerbahçe'nin haklarını savunmaya başlıyor. CHP muhabiri yapıyorsun, adam CHP'nin içinden haber getireceğine anti AKP haberleri getirmeye başlıyor. Yani CHP'li gibi davranmaya başlıyor. Gazetecilerdeki bu kirlenme yüzünden, dolayısıyla okurun da kafası kirleniyor ve seni hepsiyle beraber algılıyor. İşine geldiği zaman tek tek bakıyor, işine gelmediği zaman 'Medyanın hepsi böyle' diyor. Aslında temel sorun bu. 'Peki, ne yapacağız?' diyor. Onu sen oy verdiğin partinin başkanına sor kardeşim! Mesela İstanbul'u sel basıyor. 'Sel bastı, insanlar öldü, çünkü altapı problemi var' diyoruz. 'Peki ne yapacağız?' diyor. Onu oy verdiğin belediye başkanına soracaksın. 'Peki sen niye söylemiyorsun?' derse, ben onun için belediye başkanı olmuyorum. (Kahkahalar)
Ve bu yüzden, şu anda iktidarda AKP olduğu için bütün eleştirileri kendilerine algılıyorlar ama daha önceki iktidarı eleştirdiğimizde de sebep aynıydı. Sen, kardeşim bu işi yapamayacaksan, o koltuğa oturmayacaksın. O koltuğa oturuyorsan ağlamayacaksın, sorunları çözeceksin. Çözmüyorsan eleştiriyi hak ediyorsun. Bunu söyleyen de ben değilim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Sen vatandaş olarak herife oy ver, herif memleketin içine etsin, ondan sonra gazeteciye dön, 'Peki ne yapalım?' Bana mı sordun angut! Sen kime oy verdiysen ona sor, ya da bir dahaki sefere ona oy verme.
SOYOÐUL: Bir durum tespiti yapıp, bu/ bu/bu diyorsun. Benim işim o, onun ötesine karışmam kardeşim diyorsun yani?
ÖZDİL: Evet, benim işim o. Mesela, şu da bir eleştiri, ilk bakışta mantıklı gibi, 'Peki hiç mi güzel bir şey olmuyor?' Güzel olan şeyleri benim gazetem yazmıyor mu? Yazıyor. Ben de mi ayrıca yazmalıyım, hepimiz mi yazmak zorundayız? Böyle bir salaklık olabilir mi? Burda temel sorun şu, sen bir partiye oy vermişsin, senin bu partin memleketinin içine sıçmış. Sen sorumlu arıyorsun. Bunun sorumlusu, senin partiden de önce sensin. Çünkü ona sen oy vermişsin. Bunun sorumlusu ne gazetecidir, ne bi şey. Mesela, ben 4-5 senedir yazı yazıyorum, dolayısıyla hep AKP iktidarını eleştiriyormuşum gibi bir durumla karşı karşıyayım; çünkü 7.5 senedir AKP iktidarda. Ben de 5 senedir köşe yazarıyım. Ama daha önce Star gazetesinde biz iktidarı manşetlerden eleştirdiğimizde DSP'liler bizden nefret ederdi, MHP'liler, ANAP'lılar nefret ederdi.
SOYOÐUL: Kimi CHP'liler de nefret ediyordu. İzmir'de başkanlığı döneminde Piriştina'ya yaptığın eleştiriler, gerçekten ağırdı.
ÖZDİL: Allah rahmet eylesin. Allahtan barıştık da öyle öldü. Yoksa, küs ölecektik. O dönemde bugün AKP içerisinde olanlar, farklı partilerdeydi, Fazilet Partisi'nde falan, bize teşekkür faksları gönderirlerdi. Bu röportaj Hürriyet'teki odamda olsaydı, sana teşekkür fakslarını gösterirdim. Şimdi onlar iktidar oldu, onlar bize kızıyor, diğerleri teşekkür faksı gönderiyor. Komik bir şey. (Gülüşmeler) Anlatmaya çalıştığım bu. Yani aslında o, olan bitenden rahatsız, kendi yaptığı hatanın farkında ve bir suçlu arıyor. Bunun suçlusu gazeteciler değil.
SOYOÐUL: AİHM kararlarıyla söylersek, 'kamunun bekçi köpekliğini yapmakla görevli olan biz gazeteciler', elbette iktidar kimse, ona daha fazla yükleniriz. Dünyanın her tarafında gazeteciliğin temelinde, yapısında, işin gereğinde bu var. Bazen de CHP mesela, beni feci kızdırıyor. Ve içimden 'Yılmaz, keşke bunu da yazsa' diyorum. Aslında senin de içinden geçirdiklerin oluyordur. Muhalefet partisinin güçsüz olması, bir anlamda iktidarı daha güçlü kılıyor ya da dolaylı olarak güç veriyor onlara. Elini bağlıyor mu bu durum?
ÖZDİL: Hayır. Mesela CHP'yi eleştiren hemen şöyle aklıma gelen en son… Genel Başkan Yardımcısı'nın telefonu kapatma beceriksizliğini ilk yazan adam benim.
SOYOÐUL: Önder Sav'ın mı?
ÖZDİL: Evet, ilk yazan benim. Ya da mesela çok daha önceki tartışmada, 'Bülent Ersoy CHP genel başkanı olsun' diye yazan benim. Ya da 'İstikbal golflerdedir' diye hava kuvvetleri komutanının golf oynamasını yazan benim. Ama bunları sen görmek istemezsen benim yapacak bir şeyim yok, bu bir.
İkincisi, muhalefete muhalefet etmek için, iktidar olmak lazım. Ben iktidar maşası değilim ki! CHP iktidar olursa ya da MHP, DTP iktidar olursa, eğer yanlış yaparlarsa yazmak zorundayım ve yazmak benim işim. Yani Ahmet Piriştina AKP'li miydi? 'Venedik Belediye Başkanı' diye o başlığı ben attım. Ve maalesef İzmir Venedik'e dönmüştü, insanlar Kemeraltı'nda elektiriğe çarpıldı, boğularak falan öldüler. Bunu yazmayacak mıyız? Şimdi onu yazıyorsun ama aynı şeyi Kadir Topbaş için yazdığında 'Sen AKP karşıtısın' diyorlar. Sen salaksan, ben napayım?
SOYOÐUL: Yılmazcım, bu konuşma tarzın, 'salak', 'geri zekalı' kelimelerini kullanman, bir keresinde de 'bidon kafalı' demiştin. Ben yadırgamıyorum, çok da gülüyorum. Hoşlanan ve gülenler çok, ama eleştirinler de var. Bekir Coşkun'a da, 'göbeğini kaşıyan adam' sözü yüzünden benzer eleştiriler gelmişti.
ÖZDİL: Belediye başkanı sana avanta veriyor diye oy veriyorsan, sonra aynı belediye başkanı senin suyunu kestiğinde, 'Nerede bu devlet, nerede bu belediye' diye bağırıyorsan, sen bidon kafalısın. Senin oy verdiğin parti CHP de olabilir, AKP de olabilir, MHP de olabilir. Sen avanta karşılığı oy veriyorsan, yani kazanın doğurduğuna inanıyorsan, kazanı öldüğüne de inanacaksın. İnanmıyorsan sen bidon kafalısın. Senin herhangi bir partiye mensup olman gerekmiyor. Anlatmaya çalıştığım bu.
Burada benim yazdıklarımdaki temel şey, bana yönelik eleştiriler, aslında bizden nefret eden ya da bizi kıskanan, bizim çalıştığımız gazetelerde, televizyonlarda çalışamayan gazetecilerden kaynaklanıyor. Çünkü aslında bizi en çok onlar eleştiriyor ve insanlara hedef gösteriyorlar. Mesela bizi vursalar, çok mutlu olacak onlar. Ama vatandaş memnun olmaz, çünkü ben tabii suça girsin diye detay vermek istemem ama benim internet üzerinden yazıştığım PKK'lı da var, türbanlı kız da var, Turancı genç de var, Deniz Gezmiş hayranı genç de var. Çünkü bu insanlar, benim yaptığım eleştirileri ya da yazdığım yazıları, patronumdan aldığım maaş dışında herhangi bir menfaat karşılığında yazmadığımı biliyorlar.
Bizim telefonlarımız da dinleniyor, takip de ediliyoruz, fotoğraflarımız da çekiliyor. Bizim eğer bir yamuğumuz olsaydı 150 defa çıkarırlardı. Bu samimiyete inandığı zaman, adam PKK'lı da olsa, ya da Hizbullahçı da olsa hakkını teslim ediyor. Bizi sanırım, bütün bu eleştirilere karşı ayakta tutan da aslında bu.
SOYOÐUL: 'Ben neden bu kadar seviliyorum' diye düşünüyor musun?. Yazılarınla ilgili bir sürü övgü alıyorsun. Binlerce tebrik gönderiyorlar, ödüller veriyorlar, ödül törenlerine/açılışlara vb. gibi binlerce yere çağırıyorlar vs. Star yazarsın toplumda. Bunu neye bağlıyorsun? Mesela az önce samimi olduğumu anlıyorlar dedin. Kısa cümleler kurman, anlaşılır olman… Nedir?
ÖZDİL: Bunların cevabını başkası verebilir. Benim burada 'böyle olayım' diye bir çabam yok. Ben yazarım, sen okursun, okumazsın o senin bileceğin iş. Benim burada dikkat etmeye çalıştığım tek şey var, yazı yazmaya başlamadan önceki Yılmaz Özdil neyse, ben öyle yaşamaya devam ediyorum. Bu yüzden ben ödül törenlerine gitmiyorum, üniversitelerdeki konferanslara bu yüzden gitmiyorum. Bazıları burnu büyüklük, şımarıklık olarak algılayabilir, 'bunun götü kalkmış' diyebilirama öyle değil. Ben mesela Boğaziçi Üniversitesi'nin konferansına gidersem benim Batman Üniversitesi'ne de gitmem lazım. Benim buna ne vaktim yetiyor bir, ikincisi insanlar seni seviyor ve bu yüzden seni çağırıyor, seni orada alkışlayacaklar ben orada maymun fıkrası anlatsam yine çok beğenecekler. Dolayısıyla, bunun dışında benim bir hayatım var ve o hayatımı ben bu işe dahil etmiyorum. İzmir'de tanıdığın Yılmaz neyse, aynı şekilde yaşamaya devam ediyorum. Tekrar söylüyorum, ödül törenlerine, şuralara buralara gitmememin ya da kendi gazetem dışında, senin gibi çok sevdiğim insanlar dışında röportaj vermememin, televizyon programı yapmamamın sebebi bu. Yoksa ben neticede Türkiye'nin en büyük medya patronunun yanında çalışıyorum. İstesem kendim televizyon programı da yaparım. Bir de bu öyle bir rüzgar ki, kitap yazabilirim, bu yüzden yazmıyorum. Çünkü yazdığım kitap, Türkiye'nin en çok satan kitabı olacak ve ben okurlarıma bunu yapmak istemiyorum.
SOYOÐUL: Kendine de herhalde…
ÖZDİL: Bunu belki daha sonra yapabilirim. Ama şu anda ben film çeksem çok izlenir, çünkü böyle bir trend var, insanlar sana bunu vermiş, ben bunu sömüreyim, daha çok paraya dönüştüreyim falan, ben bunu sevmiyorum.
SOYOÐUL: Yeniden 'Kürt açılımı'na dönersek… Dağa çıkana hain diyoruz, haine hain demeyene de hain diyoruz, peki gencecik insanları toprağa gönderenlere, nedenini bilip de çözmeyenlere ne diyeceğiz? Hani senin tek cümlelik cevapların var ya…
ÖZDİL: Orada herhalde söylenebilecek tek şey şu, yurtseverin salağı, hainden daha fazla zarar veriyor aslında yurda.
SOYOÐUL: Al sana cevap! Tek cümlelik istedim, altında kaldım cevabının… Ne diyeyim şimdi ben?(gülüşmeler)
ÖZDİL: Tek tek insanlara şu bu diyemeyiz. Ama temelde yurtseverlik, bir mantığa, bir zekaya dayanır. Herkes yurdunu çok seviyor ama sen salaksan, o zaman senin haine ihtiyacın olmuyor. Yurda en çok zararı sen vermiş oluyorsun, pek çok komplikasyona yol açarak.
SOYOÐUL: Açılımla gelenler arasında… Biliyorsundur, dağa 1 yaşındaki bebeğini bırakarak çıkan bir Kürt kadın da vardı. O gün, döndüğünde, 20 yaşında bir genç buldu karşısında. Sence bir kadın, bir anne, 1 yaşındaki bebeğinden niye vazgeçip dağa çıktı?
ÖZDİL: O bireysel olarak nasıl bir tercih onu bilemem ama işin özü şu, hepimizin aslında bir takım dünyevi ihtiyaçları ve aidiyet ihtiyacı var. Yani, mesela Galatasaraylıyı bile dağa çıkarmak çok zordur. Sırf Galatasaraylı olması bile bir aidiyettir. Ya da iyi kötü bir tek otomobili olsa onu kaybetme duygusu, onu pek çok şeyden alıkoyabilir. Temel problemimiz aslında, Kürt meselesini küçümsemek anlamında söylemiyorum, Kürt kökenli vatandaşlarımızı rencide etmek için de söylemiyorum, Türk-Kürt, Japon-Amerikalı meselesi değil. Yani, mutsuz bireyleriz biz, mutsuzluğumuzun temelinde de dünyevi ihtiyaçlarımız yatıyor. Bunlar karşılanmadığı zaman, bunun pek çok yanlış sonucu olabiliyor. Mesela, haklılığı ne olursa olsun, eline silah alıp dağa çıkmak haklı olamaz. Ama bunun sebebi var mı? Var. İnsani ihtiyaçlarımızı gideremeyen bir ülkeyiz biz. Ve bu tür sonuçlara yol açıyor. Ve Türk halkı, Türkiye toprakları ve Türk insanı, çok hoyrat bir şekilde kullanılıyor yıllardır. Çok hoyrat bir biçimde sömürülüyor siyasiler tarafından, işadamları tarafından, gazeteciler tarafından. Herkes kendi çıkarı için çok hoyrat bir biçimde kullanıyor. Bu da şu anda Türkiye'de toplumun bir intikam mekanizması gibi çalışıyor. Yani temelde bakarsan, bireysel olarak o insanlar suçludur ama toplumsal suç daha çoktur. Çünkü sen istediğin kadar 'çıkmasaydı dağa' de, çıkmış! 'Öldürmeseydi' de, öldürmüş! Bu işi bizim hep beraber yani monoblok bir şekilde çözmemiz lazım.
Mesela bugün Kürt meselesini dışardan da kaşıdılar, içerden de… Bir sürü işkenceler, eziyetler vs. vardı, bu şekilde patladı. Halbuki temeline bakarsan, bütün Kürt örgütlerini öldürendir PKK… Kendi iktidarı için öncelikle. Bu mesela, başka bir Laz örgütü de olabilirdi ya da belki kendi içlerinde hata yaptıkları için mesela belki de DHKP-C; bu kadar büyük bir örgüt olabilirdi. Temelinde Kürt yatmazdı ama yine Türkiye'de böyle dehşet bir örgüt haline dönüşebilirdi. DHKP-C'yi küçümsemek manasında söylemiyorum ama toplumsal destek manasında, belki de daha güçlü bir örgüt olabilirdi. Yani o ya da bu, bunların hepsinin kökeninde, bizim insanımızı hoyrat kullanma yanlışımız yatıyor.
SOYOÐUL: Yurtdışından kışkırtanlar oldu, yurtiçinde bu adamlar bir sürü işkence gördü. Biliyorsun Diyarbakır Cezaevi, özellikle Kürt vatandaşlarımıza yapılan işkencelerle çok ünlendi. Bütün işkence şekillerinin merkezi oldu orası. O adamlara bok yedirildi. Bunları o zaman gazeteciler gerçekten yazsalardı, şimdi meselelere Kürt hassasiyetiyle yaklaşan bazı arkadaşlarımız yazsalardı, böyle mi olurdu. Ben bir anlamda basının da suçu olduğunu düşünüyorum. Onların haklarını savunma konusunda yeterli iradeyi gösterseydik, böyle olur muydu?
ÖZDİL: Keşke elimizde şu anda böyle bir imkan olsa da şak diye ortaya koysak. Bugün mesele Kürt sorununun geldiği noktadaki, geçmişi sorgulayan işte Diyarbakır Cezaevi'nden dışkı yedirmeye kadar sorgulayan gazetecilere bak. Bunların istisnasız hepsi, darbeci generalleri alkışladı kardeşim.
Bugün aslında açılım maçılım istedikleri yok. Nemalandıkları iktidar istiyor diye bunu desteklediler. Ben adım gibi eminim ki, bu iktidar ya da iktidarda olan her kimse 'açılım maçılım yok kardeşim' dese, bunlar ertesi gün 'açılım maçılım yok kardeşim' diye yazı yazar. Bu kadar eminim. Bugün bize demokrasi dersi veren ahlaksızların, açın arşivler duruyor, Diyarbakır Cezaevi'nde insanlar işkenceye uğrarken generalleri nasıl alkışladıklarını arşivlerden görün.
O dönem buna direnen Kürt aydınlarını ayrı tutuyorum, bu yalaka tayfasını söylüyorum. Zaten dikkat edersen o Kürt aydınlarının adı bile geçmiyor. Mesela, Brüksel'de toplantı yapıldı, 15 kişiyi dizdiler oraya. O insanlar yıllardır bunun siyasi mücadelesini veriyor adını bile Türkiye'de kimse bilmiyor. Ama yalaka gazetecilerin adını sor, sokakta 1 numaralı açılımcı diye herkes biliyor. Çünkü, o herifler PKK'lıları bile geçtiler şu anda. Ben iddia ediyorum, yarın iktidar değişsin, bunların yazıları siyahla beyaz kadar değişir. Bu ikiyüzlülük bizde olduğu sürece, biz bu samimiyeti yakalayamadığımız sürece, bu işin içinden çıkamayız ki!
SOYOÐUL: Biraz önceki sorumun cevabı bu işte. Zamanında medya, basın samimi davranmış olsaydı, Kürtlerin hakları, özgürlükleri ya da onlara yapılan muamelelerle ilgili gereken mücadeleyi vermiş olsalardı, şimdi başka olurdu.
ÖZDİL: Evet. Bu sadece PKK meselesinde değil. Kişi başına düşen milli gelirimiz de başka olurdu. Bizim insanımızın refah seviyesi de başka olurdu, bizim insanımızın kişi başına diş hekimi sayısı da başka olurdu, yüzme bilen çocuk sayısı da başka olurdu. Yani bunu sadece terör manasında ele almayalım. Kaypak, köpük işlerle uğraşarak herkes kendi cebini dolduruyor, bu işin özü bu yani.
SOYOÐUL: Gazetecilerin, aydınların, siyasi parti liderlerinin üzerine düşenlerden biri de yeni bir dil oluşturmak mı olmalı? Kürt kökenli vatandaşımız dedin, bunu hep kullanıyoruz, oysa Türk kökenli demiyoruz mesela. Belki de işe bu dili değiştirerek başlamalı, ne diyorsun?
ÖZDİL: Aslına bakarsan burada ben insanları rencide etmemek için bunu böyle kullanıyorum.Yoksa ben Kürt kökenli, Laz kökenli kelimelerine de karşıyım. Burada insanlar etnik olarak kendilerini farklı hissetmeye başladılar. Herkes ötekileşti ondan. Yoksa bana sorarsan Türk kelimesi dışında bir kelimeye, ben karşıyım.
SOYOÐUL: Yani Kürt denilmesine de karşısın, Laz denmesini de istemiyorsun?
ÖZDİL: Evet, bunu da o insanları yok sayma manasında değil, çünkü ben yürekten 'Ne mutlu Türküm diyene' lafını felsefesine inanmış bir insanım. Bana göre İzmir'deki Musevi vatandaşımız da Türktür, Diyarbakır Belediye Başkanı da Türk'tür. Ama bunu söylediğimde o bunu kendisine hakaret olarak algıladığı için, bu terminolojiyi değiştirmek zorunda kalıyoruz ve bu bizim felaketimize yol açacak. Ne mutu Türküm diyene lafı her şeyi anlatıyor. Ama ırkçı gibi göstermeye çalışıyorlar; bence bunu yapanlar kötü niyetlidir.
Şeş TV'ye ben o yüzden karşı çıktım. Çünkü, çifte standart olmamalı. Eğer biz Kürt kökenli vatandaşlar için Şeş TV yapıyorsak, Arnavut kökenli vatandaşlar için de devlet, televizyon kursun o zaman. Lazca kanal da kursun o zaman devlet. Yani bu, devlet eliyle yapılmamalı.
SOYOÐUL: Nasıl yapılmalı?
ÖZDİL: Bu AB marifetiyle Türkiye'de yapıldı. Bence buna gerek yoktu, Türkiye devletinin izin vermesi lazımdı. TBMM'nin bu konuda esnek yasalar çıkarması lazımdı. Bence özel radyo, tv, gazete olmalı. Bunun devlet eliyle yapılmasına kesinlikle karşıyım. Bu mesela bir İngilizceyle kıyaslanamaz. Çünkü İngilizce evrensel bir dil. Yani, kendini 150 göbek Kürt hisseden vatandaşın bile İngilizce'ye ihtiyacı var. Bu bizim dışımızda gelişen bir şey, evrensel bir dil.
Bugün dünyanın 'empire'ı Rusya olsaydı, biz İngilizce değil Rusça öğrenmeye çalışırdık. Yani dünyaya entegre olabilmek için evrensel hakim dili kullanman lazım. İngilizce böyle bir şey. Ama Kürtçe, Lazca, şu bu, böyle değil. Bunlar bana göre özel televizyonlar, özel gazeteler, özel radyolar marifetiyle yapılmalı, yaşatılmalı, geliştirilmeli. Çünkü bu zannedildiği kadar şey de değil; bu aslında, aynı zamanda ticari de bir meta. Mesela yedi göbek kendini Türk hisseden biri, böyle bir şeye yatırım yapabilir. Çünkü bu para, yani dolayısıyla bu serbest piyasa ortamında da dengelenebilirdi. Ama sen bunu devlet eliyle yaptığın zaman, etki-tepki doğuruyor, benim anlatmaya çalıştığım da bu. Yoksa ben ne başbakanım, ne cumhurbaşkanıyım, ne de Milli Güvenlik Kurulu üyesiyim. Ben sadece burada bir durum tespiti yapıyorum ve bu yanlıştır diyorum.
SOYOÐUL: Kürt açılımını eleştirenlerle ilgili, benim de dikkatimi çeken bir örnek verildi. Bir köşe yazarı, 'Yunanlılar da bizim düşmanımızdı bir zamanlar. Ama Atatürk'ün onlara nasıl davrandığını tarih yazıyor. Yunanlılar'ı Türkler'e alkışlattı Atatürk' mealinde bir yazı yazdı. Ve yıllar sonra Atatürk'ün Yunanlılar tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildiğini de… Ne diyorsun bu örneğe?
ÖZDİL: Bunu söyleyen, bu örneği veren, bir numaralı Kürt düşmanıdır, bir numaralı ırkçıdır. Çünkü bu ülkenin kendini Kürt hisseden vatandaşları, bu ülkenin asli unsurudur. Bunu da bırak, benim arkadaşımdır, benim ailemin damadıdır, benim ailemin gelinidir. Bu ülkenin Kürt vatandaşlarını Yunanlı üzerinden örneklendiren adam, bir numaralı Kürt düşmanıdır.
SOYOÐUL: Peki… Bir zamanlar Yunan düşmanlığı pompalanıyordu, halkların birbirine düşman olmasını kendi çıkarları açısından isteyen güçler vardı. Kürt sorunundaki gibi bir benzerlik de kurulamaz mı yani?
ÖZDİL: Hiç kurulamaz. Hiç ilgisi yoktur. O zaman aynı örneği Türk kökenli terör örgütüne de vermeliler. Türkiye'deki bütün teröristler Kürt müdür? Hayır. O zaman sen neden bu örneği Kürt vatandaşlar üzerinden veriyorsun ki? Kürtler bu ülkenin asli vatandaşıdır. Ne azınlıktır, ne de dışarıdan gelmiştir. Bu ülkenin insanıdır. Bizim köklerimiz karışmış kardeşim. Annesi Türk, babası Kürt olan var, bilmeyen var Türk müdür Kürt müdür. Ben kendi payıma çok açık bir şekilde söylüyorum, sarayda büyümedik; en fazla birkaç nesil geriye gidebiliyoruz. Benim sülalemde Japon olmadığını biliyorum ama Çerkez mi var, Laz mı var Arnavut mu var, Arap mı var Kürt mü var bunu kim bilebilir? Ulus devlet dediğimiz kavramlar çok taze, bunu hiçbirimiz bilemeyiz. Bugün Yunan örneği veren adam, bir numaralı ırkçı ve Kürt düşmanıdır.
BU YIL KÖMÜR BOL, DEMEK Kİ SEÇİM ERKEN!
SOYOÐUL: Açılım konusunda, MHP ve CHP'nin tavrını nasıl buluyorsun? Hayalci mi, gerçekçi mi, sağduyulu mu? Ne?
ÖZDİL: Muhalefet partileri her zaman ister istemez daha gerçekçi oluyorlar. Bu onların doğru düşündüğünü göstermiyor, şu an bulundukları konumu gösteriyor. Yani bugün iktidarda CHP ya da MHP olsaydı AKP'den farklı mı davranırdı, bilmiyorum. Çünkü değiller, muhalefette olan partiler her zaman daha gerçekçi oluyor. Bugün bir kafadan şey yapalım, mesela iktidarda CHP-MHP koalisyonu olsaydı, AKP muhalefette olsaydı ve CHP-MHP 'Biz açılım yapıyoruz' deseydi, AKP dünyayı bunların başına yıkardı. Bugün bunların yaptığı karşı çıkışın bin mislini yapardı. Zaten aslına bakarsan daha önce Ermenistan, Kıbrıs konularında AKP'lilerin meclis çatısı altında yaptığı konuşmalarına bakarsan, bugünkü görüşleriyle taban tabana zıttır. Bizim millet karakolda başka söyler, mahkemede şaşar hikayesi, muhalefette başka, iktidarda başka konuşuyorlar, bu böyle.
Açılım meselesinin özüne bakarsan, açılım meselesini aslında iki kaynaktan takip edebilirsin. İktidar ya da muhalefet ya da yalaka gazetecilerin köşelerinden takip edemezsin. İki tane bunun adresi var; biri ABD, bir tanesi de PKK. Bugün eğer ABD'nin uygun birimlerinin raporlarını okursan ve Abdullah Öcalan'ın yaptığı açıklamaları yan yana koyarsan, bu açılımın bize dayatıldığını görürsün.
SOYOÐUL: Obama'nın programına yetiştirilmeye çalışılıyor deniyor mesela.
ÖZDİL: Şimdi mesela Başbakan diyor ki, 'Yılbaşından sonra çok geç' diyor. Niye geç? Bu problemi hemen yarın da çözelim, benim buna itirazım yok ama niye yılbaşı geç? Demek ki yılbaşı ile ilgili bi şey var. Burada baktığımızda, bu raporlara baktığımızda, bu bizim dışımızda gelişen, bize dayatılan bir şey. Bunun temelinde Amerika'nın Irak'tan çekilmesinden, Irak doğal kaynaklarının paylaşılmasından, Ermenistan açılımına bakarsan Kafkas enerji hatlarının İran'la ilişkilerine baktığında, bunları yan yana koyduğunda bizim bu işte tamamen figüran olduğumuzu çok net bir şekilde görüyoruz. O yüzden diyorum ya, bu iş yapılacaksa ya bildiğin gibi yaparsın, ya da PK ile masaya oturmak durumundasın; bunun başka yolu yok. Mesela kim ne derse desin, Abdullah Öcalan 'gelin' demeze bunlar gelmez. Abdullah Öcalan 'durun' demezse, bunlar durmaz, Abdullah Öcalan ne derse PKK onu yapar ve adamın açıklamalarını okuduğun zaman, kim ne zaman gelecek, hangi tarihte gelecek, kaç kişi gelecek, niye geliyor, bu grup geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti neler yapmalı, onlar ne yaparsa PKK ne yapar, bunların hepsini anlatıyor adam. Şimdi sen kendi toplumundan bunları gizlediğin zaman, o zaman toplumun kafasında farklı farklı senaryolar dolaşır. Sen bugün PKK'yı getiriyorsun, sınırda törenle karşılıyorsun, havai fişek atıyorsun, ben 'Abdullah Öcalan kardeşim bunları diyor' diye yazsam; beni terör suçundan içeri atarlar. Bu iş bize dayatılıyor.
SOYOÐUL: Peki bu dayatmanın sonu nereye gider?
ÖZDİL: Bu dayatmanın sonunun nereye gittiğini hem Amerikan raporlarında, hem de Öcalan'ın açıkladığı yol haritasında işin nereye gittiği yazıyor zaten.
SOYOÐUL: Ne yazıyor Yılmaz?
ÖZDİL: Bunu söylersem suç. Sen de yazamazsın. Yazıyor yani, bu gizli değil. Mesela Fırat Haber Ajansı, PKK'nın haber ajansı gibi çalışır. Galiba ona da sansür getirmişler ki, gazeteciler de okumasın. Bu işin nereye gittiği, neden olduğu ve nereye gidebileceği yazıyor.
SOYOÐUL: Erken seçim ya da baskın seçim görüyor musun?
ÖZDİL: Medyum değilim ben ama 2010 bütçesine özellikle sosyal yardımlar kalemine çok ciddi para, kaynak aktarıldı. Yani bu bile 2010'da bir erken seçim olabileceğinin işareti bana sorarsan. En azından hükümetin, şu anda böyle bir kararı olmasa bile, bu kararı uygulayabiliriz diye pozisyon aldığını görüyoruz. Yani kömür mömür herkes rahat olsun, bu sene bol yani. Bütçede her şeye traş, ama 'sosyal yardım' adı altındaki avantada ciddi artış var. Bu da bana göre, erken seçime bir yatırım.
SOYOÐUL: Kömür alıp, yine oy verecekler mi AKP'ye? 'Bidon kafalar' azalacak mı yoksa?
ÖZDİL: O konuda hiçbir fikrim yok, hiçbir öngörüm yok. Kişisel bir öngörüm var ama bunu söylemem doğru değil. Neticede bizim işimiz, bütün baskılara rağmen doğru bildiğimizi yazmak. Bunun dışında her koyun kendi bacağından asılır. Vatandaş ne karar verir, ne yapar onu bilemiyorum ama genel anlamda bakarsak; teorik olarak her iktidar yıpranır.
Ben bu rezalete dönüşen açılım işinin AKP'de çok ciddi kanama yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü son yerel seçimdeki, yerel seçimde her zaman iktidar avantajlıdır, büyük şehirlerde bunun pek borusu ötmez ama küçük yerlerde, 'biz bunlara verelim ki, bizim köprüyü, kanalı yapsınlar' diye.
Ben mantıken şöyle düşünüyorum: Geçen seçimde AKP'ye oy vermeyenler yine vermez. AKP'ye oy vermiş olanlardan da vermeyenler olur. Yani geçen seçimde CHP'ye oy vermiş bir insanın, bu seçimde gidip AKP ya da MHP'ye vermesi düşünülemez.
Aynı şekilde MHP'ye oy vermiş insanların AKP'ye ya da CHP'ye oy vermesi düşünülemez. Ama AKP'ye oy vermiş insanlarda kopma olacağını, hem de önemli oranda olacağını düşünüyorum.
Her şeye rağmen bu seçimin yıldızı DTP olur, ben öyle düşünüyorum.
Yine geçen seçimlerde olduğu gibi bağımsız isimlerle gireceklerdir, geçen seçimlerde mecliste grup kurabilmek için 22-23 tane gösterdiler, gerektiği kadar oy alıp, gerekmediği yerlerde AKP'ye oy verdiler. Bu sefer ben DTP'nin aday sayısının artacağını, AKP'nin de havasını alacağını düşünüyorum. Yani kendi payıma bu seçimde DTP'nin bağımsız milletvekili sayısının 50'yi falan geçebileceğini düşünüyorum.
SOYOÐUL: O arada başka partilerin şansı nedir? Mesela Sarıgül'ün parti kurma hazırlığı var…
ÖZDİL: Onlar seçime doğru… bunlar çok hareketlenebilir, o olur, bu olur ama ben sadece bugün için söylüyorum. Kopmalar, bölünmeler, birleşmeler, seçime doğru netleşir. Neticede AKP, CHP, MHP ve DTP dışında herhangi bir faktör olabileceğini düşünmüyorum.
Saadet Partisi mutlaka geçen seçime göre daha güçlü olacaktır. Bu da AKP'nin önünde çok ciddi bir rakip. Yani, Saadet Partisi illa ki oyunu arttıracaktır. Bunlar neticede geniş tabanlı partiler. Mesela bilmiyorum, Saadet de ben bağımsız gireyim derse, tablo değişebilir.
O olur bu olur, ama meclis aritmetiği asla bugünkü gibi olmaz.
Şunu da unutmamak gerek. Burası Türkiye. Bana göre 22 Temmuz seçimi de bu şekilde bitmezdi. Sen son dakka zort diye internetten muhtıra falan yayınlarsan; yüzde 47 az bile, yüzde 67 de olabilirdi. Yani bu tür dinamiklerin Türkiye'de rollerinin ne olacağını kimse bilemez. Bana göre o muhtıra olmasaydı, AKP yüzde 47 alamazdı; çünkü Bülent Arınç da sanırım aynı şeyleri söyledi.
SOYOÐUL: Birçok örneği var, doğru. Mesela Apo'nun yakalanmasının DSP'ye iktidar yolunu açması gibi. Böyle son dakikalarla değişen son dakikalarımız var.
ÖZDİL: Tabii, insanların özgürce karar verebilmesini etkilememek lazım.
SOYOÐUL: Bu da tuhaf değil mi? Demokrasinin bizde henüz sağlıklı işlemediğini ya da demokrasi demeyeyim ona da, insanların içlerinde demokrasiyi daha hazmedemediğini göstermiyor mu bu son dakika tercihlerimiz?
ÖZDİL: Şimdi Türk insanının özelliği. Sınıf farkı olmayan ülkelerde, demokrasinin kökleşmesi imkansız. Mesela bugün sen gidip bir İsveç'te Norveç'te 'Türkiye'de işçiler sağ partiye oy veriyor' desen adam herhalde kıçıyla falan güler herhalde. Çünkü bu, sadece bizde olur. (kahkahalar) Öyle değil mi? Mesela Türkiye'de solcu imam var, sağcı işçi var. Bizim demokrasinin işi biraz zor tabii bu durumda…
SOYOÐUL: O yüzden tahmin yapmak da zor.
ÖZDİL: Mesela ben geçen seçimde 'işsizim, şahane' diyen adam gördüm televizyonda. (Kahkahalar) Mutluymuş yani. Dolayısıyla bilemiyoruz tabii şu anda. Sağcı sendika var ya! Sağcı sendika olur mu yani?(Kahkahalar)
SOYOÐUL: Bu durum tespitlerin müthiş! Bunu düşünmemiştim işte mesela… Sağcı sendika, eşyanın tabiatına aykırı…
ÖZDİL: Enternasyonal söyleyen sağcı sendika, bir tek bizde vardır! İnanılmaz bir şey ama öyle. Her şeye rağmen neticede bu ülkenin insanıyız, bu ülkeye dair umutlarımız var. Biz birbirimizi severiz de.
SOYOÐUL: Üzerinde bu kadar oyun oynanan bir ülke olmamıza rağmen, bizi ayakta tutan belki de bu; ne dersin?
ÖZDİL: Geçen gün okudum, Somalili korsanlar bizim gemiyi kaçırdılar falan, bir tane korsan bizim kaptanı aramış, 'Türkiye'ye vardınız mı, sağ salim diye!!!' Dedim ki arkadaşlara, 'bunu haber yapalım, kesin o korsan Türktür! Çünkü dünyada böyle bir şey olamaz yani. 'O Somalili değildir, Türktür' diye haber yapalım dedim, ama sonra vazgeçtik, yanlış anlaşılmasın diye. (gülüşmeler)
Bir ay kafada bekliyor kaleşnikofla, öldürücem diyor, kulağını kesiyor falan, sonra 'evine vardın mı sağ salim' diye arıyor. Bu kesin Türktür yani!
SOYOÐUL: Ben senin espri tarzını, biraz da Cem Yılmaz'a benzetiyorum. O da durumu ortaya koyar, salaklıklarımızı/solaklıklarımızı… Sever misin Cem Yılmaz'ı?
ÖZDİL: Çok severim. Ama beni Cem Yılmaz'a benzetmek, Cem Yılmaz'a haksızlık olur.
SOYOÐUL: Bazen siyaset dışı yazıyorsun ya… Durup durup gülüyorum. Keşke siyasi yazılardan çok bu tür, işte Somalili ya da sağcı sendika örneğindeki gibi yazıları daha çok yazabilsen… Ne dersin?
ÖZDİL: Ben aslında siyaset yazmak isteyen biri değilim ama gazetede işgal ettiğimiz yer itibariyle popüler yazılar yazmak durumundayız. Popüler neyse, onu yazıyorsun. Yoksa ben de istemiyorum siyaset yazmayı.
BİTİRİRKEN:
Diva'dan ayrıldıktan sonraki işsizlik günlerimde, haberli/habersiz pek çok insanın bana iş bulmak için (çoğu kez bana sormadan) devreye girdiği dönemde, bir arkadaşım da Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde ders vermem için harekete geçtiğini söyledi.
İznimi istedi.
Eğitimim öğretmenlik, mesleğim gazetecilik. Para kazanmayacaktım ama müthiş bir manevi doyum olacaktı benim için. Sevinerek/heyecanlanarak 'olur' dedim.
Arkadaşımın aracı kıldığı gazeteci öğretim üyesi arkadaş, benden cv istedi. Gönderdim. Bir süre bekledim. Bir gün aradı, başvuru için geç kalındığını, artık önümüzdeki ders yılına bakacağını söyledi. Belki doğruydu da. İzmirli gazeteci öğretim üyesi arkadaş, eğer istersem onun bir dersine 'konuk sanatçı' olarak katılabileceğimi önererek telefonu kapattı.
Niye yazıyorum kişisel tarihimdeki bu trajikomik notu?
O günlerde Yılmaz Özdil ile konuşurken onunla; beni çok heyecanlandıran/sevindiren 'gazetecilik dersi vermem önerisi'ni paylaşmıştım. Aynen şöyle demişti:
'Gönül Abla, eğer olursa bugüne kadar hiç kimsenin davetini kabul etmedim ama senin için, senin dersine konuk olarak katılırım.'
Yılmaz bilmez ama o gün, o telefonu kapattıktan sonra, ağlamıştım…
Ben ders verseydim, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu Yılmaz Özdil de o derse konuk olarak katılsaydı, ne olurdu?
Ege Üniversitesi, o gün yıkılırdı!
Neyse ki, gazeteci öğretim üyesi arkadaşın, 'yerinde müdahalesi' ile E.Ü. yıkılmaktan kurtuldu.
Her işte bir hayır vardır deyip geçtim.
Yılmaz Özdil, 'Kürt açılımı' ile ilgili röportajımın yayına girdiği gün, İzmir'deydi.
Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan'ın bitirdiği İzmir'in ilk konservatuarı Müjdat Gezen Sanat Merkezi ile Eşrefpaşa Kız Yurdu'nun açılışı için, Deniz Baykal ve Uğur Dündar'la birlikte gelmişti.
Röportajda, 'Hiçbir panele/ödül törenine/konuşmaya katılmadığını' söylediği gün, açılışta olmasını 'çelişki' gibi görüp derhal bana ulaşanlar oldu.
Çok güzel bir söz vardır; 'Dostlarına anlatma. Düşmanlarınsa anlamaz…'
Ama bir de 'arafta' kalanlar var ya…
Gerçi Yılmaz Özdil, İzmir'e o açılışa 'zihniyet hemşehrisi' olarak nitelendirdiği Müjdat Gezen için geldiğini, çok duygulu biçimde köşesinde yazdı. Kaldı ki o açılışta Deniz Baykal'ın, Hakan Tartan'ın ısrarlarına rağmen kürsüye çıkıp konuşmadı; 'İzmirli bir vatandaş' olarak orada bulunduğunu da söyledi.
(Törene katılanlardan dinledim) Plaketini de hiç tanımadığı, açılıştaki bir teyzeye verdi.
Bu not, 'röportajda çelişki var' diye beni uyaran 'arafta'kilere…
'Kürt açılımı' ile ilgili olarak da eklemek istediğim şu:
İstanbul'a Yılmaz'ın bu konudaki yazılarına karşılık 'kontra sorular' sorayım diye gitmiştim. Ne sorduğum da ortada, ne yanıt verdiği de.
Ortada kontra montra kalmadı.
Çünkü konuşmak, her şeyin ilacı, tedavisi.
Kızgınlıkların da kırgınlıkların da yanlış anlamaların da soru işaretlerinin de sonu.
Hepimiz, siyasetçimiz/gazetecimiz/aydınımız keşke hep bunu yapabilsek, imkan bulabilsek, fırsat yaratabilsek.
Her konuda, her çelişkiye düştüğümüzde.
Kendim ve sizin adınıza bunu yapmaya çalıştım. Çalışıyorum, çalışacağım da.
Aldığım ilk tepkiler, ilk izlenimler iyi yolda olduğumu gösteriyor ki;
Bunlar da benim ödülümdür…
Her gün demeyeyim ama haftada 3-4 kez telefonla görüşüyoruz. Çoğu kez 'beni güldürdün ya, Allah da seni güldürsün' diye; ender de olsa 'bu absürdlüğü yazsa yazsa Yılmaz'ın kalemi yazar' diye arıyorum O'nu.
Aramak için her daim bir bahanem var kısacası.
Bazen konuşurken; ertesi gün çıkacak yazısını da okursa telefonda; durum daha da şahane oluyor tabii.
Hürriyet'te 3. sayfaya transfer edilince, 'tamam' dedim, röportaj için de bahane çıktı. 'Tamam, ne zaman istersen' dedi ama ya onun işi çıktı, ya da benim.
Bu gün, şu gün derken, Ayşe Arman, aynı takımda olma avantajıyla, küt diye röportajı Hürriyet'e çaktı, geçti.
Bozuldum tabii de yapacak bir şey yok. Deplasmanın gözü kör olsun.
Ama bu arada 'Kürt açılımı' diye gergef olmuş bir Türkiye var ve Yılmaz, bu kez 3. sayfadan gürlüyor.
Her sabah bizim büroda, fanatiklerinden Ümit Yaldız mesela, 'Bak işte ya, budur işte, alnından öpmez miyim bu adamı ben!' diye esiyor. Bense için için 'Kürt açılımı' yazılarına içerliyorum Yılmaz'ın. Tahrikkar buluyorum kimilerini. Cümlelerinin sonuna içimden 'ama'lar ekliyorum. Hadi, açık söyleyeyim, kızıyorum. Basbayağı kızıyorum.
Bir yandan da söylemek istediklerini tam ifade edemediğini düşünüyorum.
Kısa yazmanın kurbanı olduğunu, yerinin/yeninin dar olduğunu falan hesap ediyorum. Seviyorum ya onu; konduramıyorum. Her gün basında yazılarına yapılan eleştirileri/hakaretleri kaldıramıyorum.
'Ayşe yaptıysa yaptı. O işin magazin kaymağını yedi, ama benim derdim Kürt açılımı ile ilgili düşündüklerin/yazdıkların. Geliyorum, fena kapışacağız' dedim.
'Geleceğin varsa, göreceğin de var. Bakalım söylediklerimi yazabilecek misin' dedi.
Ben bir tahrik ettim, o bin!
Hadi bakalım İstanbul yolları.
'Kürt açılımı' için giderken, 'İzmir açılımı' üzerine dizi röportajlar yapacağım aklımda bile yoktu.
Yılmaz'la yine Star Tv'deki odasında söyleştik. O 'Göztepe'li kupasıyla içti çayını, her zamanki gibi, ben de ince belli cam bardakta.
Fotoğrafları Milliyet'ten arkadaşlar çekti. Yılmaz 'Keşke sokakta/bahçede de biraz çekseydik' hayıflanmalarım üzerine, Hürriyet'ten Sebati Karakurt'un çektiği fotoğrafları da gönderdi. (O'nun çektikleri zaten, fark atıyor.)
Önce Kürt açılımı ve tabii yaklaşan genel seçimler üzerine konuştuk uzun uzun. Sonra da 'İzmir' üzerine.
Kimi zaman, gülmekten öldüğümü söylememe bilmem gerek var mı?
İzmir'le ilgili olanları 9 Kasım Pazartesi günü başlayacağımız dizide okuyacaksınız.
Sırada önce Yılmaz Özdil'den 'Kürt Açılımı' var. Buyurun açılıma…
GÖNÜL SOYOÐUL: Son günlerdeki gündemimiz af, PKK'lıların dağdan inmesi. Bu konudaki en sivri/damardan yazıları yazanlardan birisin.. 'Niçin yıllardır birbirimizi boğazladık?' diye başlasam röportaja, ne dersin?
YILMAZ ÖZDİL: Bu çok uzun bir yanıt gerektirir. Sosyologların cevap vermesi lazım aslında. Türkiye'deki Kürt varlığını ve Kürt sorununu yok saymadan söylüyorum ki, PKK suni bir problemdir Türkiye'de. Bunu biz çıkarmadığımız için, bizim insanımız çıkarmadığı için dolayısıyla çözümünü de biz bulamıyoruz. Yani bana göre PKK, tekrar altını çiziyorum Kürt varlığını reddetme, Kürt sorunu yoktur deme manasında söylemiyorum. Ama bana göre, PKK, EOKA, ASALA gibi Türkiye Cumhuriyeti devletini hedef almış başkaları tarafından kotarılmış bir örgüt. Dolayısıyla bu yüzden sorunu da biz çözemiyoruz.
SOYOÐUL: Seni yakından takip eden milyonlardan biriyim. Pek çok insanı ya öfkelendirdiğini ya da senin yazını okuyanların, kimilerine müthiş öfke beslediğini düşünüyorum.
ÖZDİL: Böyle olması normal. Hürriyet'in 3. sayfasında yazmak, daha önce de Hürriyet'te yazmak, ondan önce Sabah Gazetesi'nin 3. sayfasında yazmak, bazı insanların senden nefret etmesi için yeterli bir sebep.
SOYOÐUL: Sana yönelen iki uçlu duygu durumu; bir yanda fanatiklerin var, öte yanda da yazdıklarından nefret edenler…
ÖZDİL: İnsanların kafasında birtakım şablonlar var. Mesela nefret ettikleri kavramlar var ve seni o nefret ettiği kavramlarla özdeşleştiriyor. Mesela ben bunu çok yaşıyorum, gelen mesajlardan vs. çok rahat okuyorum benim yazmadığım şeyleri, benim yazmış olduğum gibi algılayıp yorumlayabiliyor insanlar. Dolayısıyla benim burada söylediğim son derece açık. Diyorum ki, PKK'yı Türkiye ve Türk insanı kurmadığı için, dolayısıyla çözümü de biz yapamayız. Bu sorunda bu açılım meselesi, bu savaş ya da çatışma meselesinde iki tane seçenek vardır. Ya devlet bütün gücünü kullanarak diplomatik, siyasi, ekonomik, askeri gücünü kullanarak bunu yok eder, ya da PKK ile masaya oturursun. Bir üçüncü seçenek söz konusu değildir. Mesela Başbakan ya da başka biri diyor ki: 'Biz bunu hallederiz, PKK devre dışı kalacak.' Mümkün değil ki!
SOYOÐUL: Yani biz şimdi önümüzdeki süreçte bunu mu bekleyeceğiz? Ya PKK'yı derdest edecekler ya da PKK ile masaya oturacaklar. Yanlış mı anladım?
ÖZDİL: Başka hiçbir seçenek yok. Benim anlatmaya çalıştığım bu. Bunun dışında ben durum tespitleri yapıyorum ama insanlar benim yazmadığım şeyleri yazmışım gibi yorumluyor çünkü onların kafasında bu mesele çözülmesin diye uğraşan insanlar var, beni onunla özdeşleştiriyor. Ya da Kürt düşmanı, ırkçı insanlar var bu ülkede. Yani sen eğer onun istediği gibi yazmıyorsan; o seni, karşı olduğu bütün değerlerle özdeşleştirerek yorumluyor. Dolayısıyla senin asla yazmadığın konularda 'Sen bunu yazdın' diye yorumluyor.
SOYOÐUL: Doğru, direkt olarak öyle söylediğin bir şey olmadı.
ÖZDİL: Bir örnek. Bana göre Meclis'te DTP olmalı. Bunu daha önce yazdım, hatta bazı DTP milletvekillerini severim. Ama, DTP denilen parti, daha önce kurulmuş ve Anayasa'ya aykırı bulunarak kapatılmış bazı partilerin devamıdır. Bugün geldiğimiz noktada ya bu partinin açılmasına engel olacaksın öyle değil mi? Ya da bu partiyi artık hiçbir şekilde yargılamayacaksın. Şimdi bu durum tespitini yaptığın zaman sana diyor ki, 'Sen antidemokratsın.' Kardeşim, ben antidemokrat değilim. DEP'i ben kapatmadım. DEP'i bu ülkenin Anayasa'sı kapattı. Eğer o bu şablonda kapatılıyorsa, bunun da kapatılması lazım; ya da açılmaması lazım. Ben bu tespiti yapıyorum. Çünkü, bu bizi hukuksuzluğa itiyor. Yani 'ben canımın istediğini kapatırım, istemediğini kapatmam' oluyor. Yanlış olan budur. Mesela bu fotoğrafı ortaya koyduğun zaman sana diyor ki, 'Sen antidemokratsın'. Neden? 'DTP'nin kapatılmasını istiyorsun.' Hayır, anlatmaya çalıştığım çifte standartın yok edilmesiydi. Mesela, papağan gibi söylenen bi şey var, nedir? 'Avrupa'da hiçbir ülkede bizimki kadar parti kapatılmıyor.' Doğru. Çünkü, Avrupa'da kapatılan partiyi bir daha açtırmazlar. Şimdi bunu söylediğin zaman seni antidemokratlıkla suçluyorlar, hayır ben bir durum tespiti yapıyorum. Ama sen DTP aleyhinde konuşulsun istemediğin için, duyduğun her cümleyi o şablonda değerlendiriyorsun. Bunu, dediğim gibi gazetecilerin değil, daha çok sosyologların irdelemesi gerekir.
Mesela şunda da var, Kenan Evren diye bir adam var bu ülkede. Adam darbe yaptı, insanları hapse attı odur budur, kimisi beğenir kimisi beğenmez öyle değil mi? Şimdiki Genelkurmay Başkanı'nı Kenan Evren'le özdeşleştiriyor. Halbuki aradan 30 sene geçmiş. O başka insan, bu başka insan. Mesela mevcut Genelkurmay Başkanı'nı Kenan Evren'le özdeşleştiriyorsan eğer, o zaman Hilmi Özkök'ü de Kenan Evren olarak algılayacaksın. Yani bu çifte standartlar değişmedi. Yani anlatmaya çalıştığım benim bu. Ben gazeteciyim, gördüğümü yazıyorum. Buradaki insanların dertleri şablonlarla ve bir başkalarıyla; ama, sen yazdığında eğer beğenmiyorsa, beğenmediği bütün kavramlarla seni yargılıyor. Mesela uzatıyorum ama son dönemlerdeki açılım konusu… 'Açılıma karşı mısın?' diyor. 'Açılımın içinde ne olduğunu bilmiyorum' diyorum. 'Sen karşısın, çünkü sen ırkçısın.' Böyle bir değerlendirme komik.
SOYOÐUL: Şimdi dedin ki 'ben durum tespiti yapıyorum' Türkiye'de gazeteci ve köşe yazarlarına dönüyorum. Bence gazeteler artık, köşe yazarları üzerinden değerlendiriliyor. Şöyle bir kategori yapabilir miyiz, yazarlar arasında böyle bir şablon var mı? Durum tespiti yapanlar, ileriye dönük yol gösterenler, müdahil olanlar, olmayıp yol gösterenler vs. gibi. Böyle bir yazar kategorisi var mı basında?
ÖZDİL: Var. Mesela iktidardan ihale alan gazeteciler var! AB'den para alan gazeteciler var. Ya da çalıştığı gazetenin patronunun ideolojik çizgisine tabi olan gazeteciler var. Var oğlu var.
SOYOÐUL: Sesli düşünüyorum, beğendiğimiz yazarlardan, en başta da senden, şöyle bir beklenti oluştuğunu görüyorum. Yılmaz Özdil desin, biz onu yapalım. Böyle bir ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Var olan liderlere pek de inanmıyoruz/güvenmiyoruz çünkü….
ÖZDİL: Onu, oy verdiğin partiye soracaksın.
SOYOÐUL: O yanlışı mı yapıyoruz? Ya da bu bir hata mı?
ÖZDİL: Tabii, vatandaşın böyle düşünmesinin sorumlusu da yine gazeteciler. Çünkü, mesela gazeteciyi sen polis muhabiri yapıyorsun, adam emniyet müdürü oluyor, öyle gibi davranıyor. Ya da Fenerbahçe muhabiri yapıyorsun, Fenerbahçe'nin içinden haber vereceğine Aziz Yıldırım olup Fenerbahçe'nin haklarını savunmaya başlıyor. CHP muhabiri yapıyorsun, adam CHP'nin içinden haber getireceğine anti AKP haberleri getirmeye başlıyor. Yani CHP'li gibi davranmaya başlıyor. Gazetecilerdeki bu kirlenme yüzünden, dolayısıyla okurun da kafası kirleniyor ve seni hepsiyle beraber algılıyor. İşine geldiği zaman tek tek bakıyor, işine gelmediği zaman 'Medyanın hepsi böyle' diyor. Aslında temel sorun bu. 'Peki, ne yapacağız?' diyor. Onu sen oy verdiğin partinin başkanına sor kardeşim! Mesela İstanbul'u sel basıyor. 'Sel bastı, insanlar öldü, çünkü altapı problemi var' diyoruz. 'Peki ne yapacağız?' diyor. Onu oy verdiğin belediye başkanına soracaksın. 'Peki sen niye söylemiyorsun?' derse, ben onun için belediye başkanı olmuyorum. (Kahkahalar)
Ve bu yüzden, şu anda iktidarda AKP olduğu için bütün eleştirileri kendilerine algılıyorlar ama daha önceki iktidarı eleştirdiğimizde de sebep aynıydı. Sen, kardeşim bu işi yapamayacaksan, o koltuğa oturmayacaksın. O koltuğa oturuyorsan ağlamayacaksın, sorunları çözeceksin. Çözmüyorsan eleştiriyi hak ediyorsun. Bunu söyleyen de ben değilim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Sen vatandaş olarak herife oy ver, herif memleketin içine etsin, ondan sonra gazeteciye dön, 'Peki ne yapalım?' Bana mı sordun angut! Sen kime oy verdiysen ona sor, ya da bir dahaki sefere ona oy verme.
SOYOÐUL: Bir durum tespiti yapıp, bu/ bu/bu diyorsun. Benim işim o, onun ötesine karışmam kardeşim diyorsun yani?
ÖZDİL: Evet, benim işim o. Mesela, şu da bir eleştiri, ilk bakışta mantıklı gibi, 'Peki hiç mi güzel bir şey olmuyor?' Güzel olan şeyleri benim gazetem yazmıyor mu? Yazıyor. Ben de mi ayrıca yazmalıyım, hepimiz mi yazmak zorundayız? Böyle bir salaklık olabilir mi? Burda temel sorun şu, sen bir partiye oy vermişsin, senin bu partin memleketinin içine sıçmış. Sen sorumlu arıyorsun. Bunun sorumlusu, senin partiden de önce sensin. Çünkü ona sen oy vermişsin. Bunun sorumlusu ne gazetecidir, ne bi şey. Mesela, ben 4-5 senedir yazı yazıyorum, dolayısıyla hep AKP iktidarını eleştiriyormuşum gibi bir durumla karşı karşıyayım; çünkü 7.5 senedir AKP iktidarda. Ben de 5 senedir köşe yazarıyım. Ama daha önce Star gazetesinde biz iktidarı manşetlerden eleştirdiğimizde DSP'liler bizden nefret ederdi, MHP'liler, ANAP'lılar nefret ederdi.
SOYOÐUL: Kimi CHP'liler de nefret ediyordu. İzmir'de başkanlığı döneminde Piriştina'ya yaptığın eleştiriler, gerçekten ağırdı.
ÖZDİL: Allah rahmet eylesin. Allahtan barıştık da öyle öldü. Yoksa, küs ölecektik. O dönemde bugün AKP içerisinde olanlar, farklı partilerdeydi, Fazilet Partisi'nde falan, bize teşekkür faksları gönderirlerdi. Bu röportaj Hürriyet'teki odamda olsaydı, sana teşekkür fakslarını gösterirdim. Şimdi onlar iktidar oldu, onlar bize kızıyor, diğerleri teşekkür faksı gönderiyor. Komik bir şey. (Gülüşmeler) Anlatmaya çalıştığım bu. Yani aslında o, olan bitenden rahatsız, kendi yaptığı hatanın farkında ve bir suçlu arıyor. Bunun suçlusu gazeteciler değil.
SOYOÐUL: AİHM kararlarıyla söylersek, 'kamunun bekçi köpekliğini yapmakla görevli olan biz gazeteciler', elbette iktidar kimse, ona daha fazla yükleniriz. Dünyanın her tarafında gazeteciliğin temelinde, yapısında, işin gereğinde bu var. Bazen de CHP mesela, beni feci kızdırıyor. Ve içimden 'Yılmaz, keşke bunu da yazsa' diyorum. Aslında senin de içinden geçirdiklerin oluyordur. Muhalefet partisinin güçsüz olması, bir anlamda iktidarı daha güçlü kılıyor ya da dolaylı olarak güç veriyor onlara. Elini bağlıyor mu bu durum?
ÖZDİL: Hayır. Mesela CHP'yi eleştiren hemen şöyle aklıma gelen en son… Genel Başkan Yardımcısı'nın telefonu kapatma beceriksizliğini ilk yazan adam benim.
SOYOÐUL: Önder Sav'ın mı?
ÖZDİL: Evet, ilk yazan benim. Ya da mesela çok daha önceki tartışmada, 'Bülent Ersoy CHP genel başkanı olsun' diye yazan benim. Ya da 'İstikbal golflerdedir' diye hava kuvvetleri komutanının golf oynamasını yazan benim. Ama bunları sen görmek istemezsen benim yapacak bir şeyim yok, bu bir.
İkincisi, muhalefete muhalefet etmek için, iktidar olmak lazım. Ben iktidar maşası değilim ki! CHP iktidar olursa ya da MHP, DTP iktidar olursa, eğer yanlış yaparlarsa yazmak zorundayım ve yazmak benim işim. Yani Ahmet Piriştina AKP'li miydi? 'Venedik Belediye Başkanı' diye o başlığı ben attım. Ve maalesef İzmir Venedik'e dönmüştü, insanlar Kemeraltı'nda elektiriğe çarpıldı, boğularak falan öldüler. Bunu yazmayacak mıyız? Şimdi onu yazıyorsun ama aynı şeyi Kadir Topbaş için yazdığında 'Sen AKP karşıtısın' diyorlar. Sen salaksan, ben napayım?
SOYOÐUL: Yılmazcım, bu konuşma tarzın, 'salak', 'geri zekalı' kelimelerini kullanman, bir keresinde de 'bidon kafalı' demiştin. Ben yadırgamıyorum, çok da gülüyorum. Hoşlanan ve gülenler çok, ama eleştirinler de var. Bekir Coşkun'a da, 'göbeğini kaşıyan adam' sözü yüzünden benzer eleştiriler gelmişti.
ÖZDİL: Belediye başkanı sana avanta veriyor diye oy veriyorsan, sonra aynı belediye başkanı senin suyunu kestiğinde, 'Nerede bu devlet, nerede bu belediye' diye bağırıyorsan, sen bidon kafalısın. Senin oy verdiğin parti CHP de olabilir, AKP de olabilir, MHP de olabilir. Sen avanta karşılığı oy veriyorsan, yani kazanın doğurduğuna inanıyorsan, kazanı öldüğüne de inanacaksın. İnanmıyorsan sen bidon kafalısın. Senin herhangi bir partiye mensup olman gerekmiyor. Anlatmaya çalıştığım bu.
Burada benim yazdıklarımdaki temel şey, bana yönelik eleştiriler, aslında bizden nefret eden ya da bizi kıskanan, bizim çalıştığımız gazetelerde, televizyonlarda çalışamayan gazetecilerden kaynaklanıyor. Çünkü aslında bizi en çok onlar eleştiriyor ve insanlara hedef gösteriyorlar. Mesela bizi vursalar, çok mutlu olacak onlar. Ama vatandaş memnun olmaz, çünkü ben tabii suça girsin diye detay vermek istemem ama benim internet üzerinden yazıştığım PKK'lı da var, türbanlı kız da var, Turancı genç de var, Deniz Gezmiş hayranı genç de var. Çünkü bu insanlar, benim yaptığım eleştirileri ya da yazdığım yazıları, patronumdan aldığım maaş dışında herhangi bir menfaat karşılığında yazmadığımı biliyorlar.
Bizim telefonlarımız da dinleniyor, takip de ediliyoruz, fotoğraflarımız da çekiliyor. Bizim eğer bir yamuğumuz olsaydı 150 defa çıkarırlardı. Bu samimiyete inandığı zaman, adam PKK'lı da olsa, ya da Hizbullahçı da olsa hakkını teslim ediyor. Bizi sanırım, bütün bu eleştirilere karşı ayakta tutan da aslında bu.
SOYOÐUL: 'Ben neden bu kadar seviliyorum' diye düşünüyor musun?. Yazılarınla ilgili bir sürü övgü alıyorsun. Binlerce tebrik gönderiyorlar, ödüller veriyorlar, ödül törenlerine/açılışlara vb. gibi binlerce yere çağırıyorlar vs. Star yazarsın toplumda. Bunu neye bağlıyorsun? Mesela az önce samimi olduğumu anlıyorlar dedin. Kısa cümleler kurman, anlaşılır olman… Nedir?
ÖZDİL: Bunların cevabını başkası verebilir. Benim burada 'böyle olayım' diye bir çabam yok. Ben yazarım, sen okursun, okumazsın o senin bileceğin iş. Benim burada dikkat etmeye çalıştığım tek şey var, yazı yazmaya başlamadan önceki Yılmaz Özdil neyse, ben öyle yaşamaya devam ediyorum. Bu yüzden ben ödül törenlerine gitmiyorum, üniversitelerdeki konferanslara bu yüzden gitmiyorum. Bazıları burnu büyüklük, şımarıklık olarak algılayabilir, 'bunun götü kalkmış' diyebilirama öyle değil. Ben mesela Boğaziçi Üniversitesi'nin konferansına gidersem benim Batman Üniversitesi'ne de gitmem lazım. Benim buna ne vaktim yetiyor bir, ikincisi insanlar seni seviyor ve bu yüzden seni çağırıyor, seni orada alkışlayacaklar ben orada maymun fıkrası anlatsam yine çok beğenecekler. Dolayısıyla, bunun dışında benim bir hayatım var ve o hayatımı ben bu işe dahil etmiyorum. İzmir'de tanıdığın Yılmaz neyse, aynı şekilde yaşamaya devam ediyorum. Tekrar söylüyorum, ödül törenlerine, şuralara buralara gitmememin ya da kendi gazetem dışında, senin gibi çok sevdiğim insanlar dışında röportaj vermememin, televizyon programı yapmamamın sebebi bu. Yoksa ben neticede Türkiye'nin en büyük medya patronunun yanında çalışıyorum. İstesem kendim televizyon programı da yaparım. Bir de bu öyle bir rüzgar ki, kitap yazabilirim, bu yüzden yazmıyorum. Çünkü yazdığım kitap, Türkiye'nin en çok satan kitabı olacak ve ben okurlarıma bunu yapmak istemiyorum.
SOYOÐUL: Kendine de herhalde…
ÖZDİL: Bunu belki daha sonra yapabilirim. Ama şu anda ben film çeksem çok izlenir, çünkü böyle bir trend var, insanlar sana bunu vermiş, ben bunu sömüreyim, daha çok paraya dönüştüreyim falan, ben bunu sevmiyorum.
SOYOÐUL: Yeniden 'Kürt açılımı'na dönersek… Dağa çıkana hain diyoruz, haine hain demeyene de hain diyoruz, peki gencecik insanları toprağa gönderenlere, nedenini bilip de çözmeyenlere ne diyeceğiz? Hani senin tek cümlelik cevapların var ya…
ÖZDİL: Orada herhalde söylenebilecek tek şey şu, yurtseverin salağı, hainden daha fazla zarar veriyor aslında yurda.
SOYOÐUL: Al sana cevap! Tek cümlelik istedim, altında kaldım cevabının… Ne diyeyim şimdi ben?(gülüşmeler)
ÖZDİL: Tek tek insanlara şu bu diyemeyiz. Ama temelde yurtseverlik, bir mantığa, bir zekaya dayanır. Herkes yurdunu çok seviyor ama sen salaksan, o zaman senin haine ihtiyacın olmuyor. Yurda en çok zararı sen vermiş oluyorsun, pek çok komplikasyona yol açarak.
SOYOÐUL: Açılımla gelenler arasında… Biliyorsundur, dağa 1 yaşındaki bebeğini bırakarak çıkan bir Kürt kadın da vardı. O gün, döndüğünde, 20 yaşında bir genç buldu karşısında. Sence bir kadın, bir anne, 1 yaşındaki bebeğinden niye vazgeçip dağa çıktı?
ÖZDİL: O bireysel olarak nasıl bir tercih onu bilemem ama işin özü şu, hepimizin aslında bir takım dünyevi ihtiyaçları ve aidiyet ihtiyacı var. Yani, mesela Galatasaraylıyı bile dağa çıkarmak çok zordur. Sırf Galatasaraylı olması bile bir aidiyettir. Ya da iyi kötü bir tek otomobili olsa onu kaybetme duygusu, onu pek çok şeyden alıkoyabilir. Temel problemimiz aslında, Kürt meselesini küçümsemek anlamında söylemiyorum, Kürt kökenli vatandaşlarımızı rencide etmek için de söylemiyorum, Türk-Kürt, Japon-Amerikalı meselesi değil. Yani, mutsuz bireyleriz biz, mutsuzluğumuzun temelinde de dünyevi ihtiyaçlarımız yatıyor. Bunlar karşılanmadığı zaman, bunun pek çok yanlış sonucu olabiliyor. Mesela, haklılığı ne olursa olsun, eline silah alıp dağa çıkmak haklı olamaz. Ama bunun sebebi var mı? Var. İnsani ihtiyaçlarımızı gideremeyen bir ülkeyiz biz. Ve bu tür sonuçlara yol açıyor. Ve Türk halkı, Türkiye toprakları ve Türk insanı, çok hoyrat bir şekilde kullanılıyor yıllardır. Çok hoyrat bir biçimde sömürülüyor siyasiler tarafından, işadamları tarafından, gazeteciler tarafından. Herkes kendi çıkarı için çok hoyrat bir biçimde kullanıyor. Bu da şu anda Türkiye'de toplumun bir intikam mekanizması gibi çalışıyor. Yani temelde bakarsan, bireysel olarak o insanlar suçludur ama toplumsal suç daha çoktur. Çünkü sen istediğin kadar 'çıkmasaydı dağa' de, çıkmış! 'Öldürmeseydi' de, öldürmüş! Bu işi bizim hep beraber yani monoblok bir şekilde çözmemiz lazım.
Mesela bugün Kürt meselesini dışardan da kaşıdılar, içerden de… Bir sürü işkenceler, eziyetler vs. vardı, bu şekilde patladı. Halbuki temeline bakarsan, bütün Kürt örgütlerini öldürendir PKK… Kendi iktidarı için öncelikle. Bu mesela, başka bir Laz örgütü de olabilirdi ya da belki kendi içlerinde hata yaptıkları için mesela belki de DHKP-C; bu kadar büyük bir örgüt olabilirdi. Temelinde Kürt yatmazdı ama yine Türkiye'de böyle dehşet bir örgüt haline dönüşebilirdi. DHKP-C'yi küçümsemek manasında söylemiyorum ama toplumsal destek manasında, belki de daha güçlü bir örgüt olabilirdi. Yani o ya da bu, bunların hepsinin kökeninde, bizim insanımızı hoyrat kullanma yanlışımız yatıyor.
SOYOÐUL: Yurtdışından kışkırtanlar oldu, yurtiçinde bu adamlar bir sürü işkence gördü. Biliyorsun Diyarbakır Cezaevi, özellikle Kürt vatandaşlarımıza yapılan işkencelerle çok ünlendi. Bütün işkence şekillerinin merkezi oldu orası. O adamlara bok yedirildi. Bunları o zaman gazeteciler gerçekten yazsalardı, şimdi meselelere Kürt hassasiyetiyle yaklaşan bazı arkadaşlarımız yazsalardı, böyle mi olurdu. Ben bir anlamda basının da suçu olduğunu düşünüyorum. Onların haklarını savunma konusunda yeterli iradeyi gösterseydik, böyle olur muydu?
ÖZDİL: Keşke elimizde şu anda böyle bir imkan olsa da şak diye ortaya koysak. Bugün mesele Kürt sorununun geldiği noktadaki, geçmişi sorgulayan işte Diyarbakır Cezaevi'nden dışkı yedirmeye kadar sorgulayan gazetecilere bak. Bunların istisnasız hepsi, darbeci generalleri alkışladı kardeşim.
Bugün aslında açılım maçılım istedikleri yok. Nemalandıkları iktidar istiyor diye bunu desteklediler. Ben adım gibi eminim ki, bu iktidar ya da iktidarda olan her kimse 'açılım maçılım yok kardeşim' dese, bunlar ertesi gün 'açılım maçılım yok kardeşim' diye yazı yazar. Bu kadar eminim. Bugün bize demokrasi dersi veren ahlaksızların, açın arşivler duruyor, Diyarbakır Cezaevi'nde insanlar işkenceye uğrarken generalleri nasıl alkışladıklarını arşivlerden görün.
O dönem buna direnen Kürt aydınlarını ayrı tutuyorum, bu yalaka tayfasını söylüyorum. Zaten dikkat edersen o Kürt aydınlarının adı bile geçmiyor. Mesela, Brüksel'de toplantı yapıldı, 15 kişiyi dizdiler oraya. O insanlar yıllardır bunun siyasi mücadelesini veriyor adını bile Türkiye'de kimse bilmiyor. Ama yalaka gazetecilerin adını sor, sokakta 1 numaralı açılımcı diye herkes biliyor. Çünkü, o herifler PKK'lıları bile geçtiler şu anda. Ben iddia ediyorum, yarın iktidar değişsin, bunların yazıları siyahla beyaz kadar değişir. Bu ikiyüzlülük bizde olduğu sürece, biz bu samimiyeti yakalayamadığımız sürece, bu işin içinden çıkamayız ki!
SOYOÐUL: Biraz önceki sorumun cevabı bu işte. Zamanında medya, basın samimi davranmış olsaydı, Kürtlerin hakları, özgürlükleri ya da onlara yapılan muamelelerle ilgili gereken mücadeleyi vermiş olsalardı, şimdi başka olurdu.
ÖZDİL: Evet. Bu sadece PKK meselesinde değil. Kişi başına düşen milli gelirimiz de başka olurdu. Bizim insanımızın refah seviyesi de başka olurdu, bizim insanımızın kişi başına diş hekimi sayısı da başka olurdu, yüzme bilen çocuk sayısı da başka olurdu. Yani bunu sadece terör manasında ele almayalım. Kaypak, köpük işlerle uğraşarak herkes kendi cebini dolduruyor, bu işin özü bu yani.
SOYOÐUL: Gazetecilerin, aydınların, siyasi parti liderlerinin üzerine düşenlerden biri de yeni bir dil oluşturmak mı olmalı? Kürt kökenli vatandaşımız dedin, bunu hep kullanıyoruz, oysa Türk kökenli demiyoruz mesela. Belki de işe bu dili değiştirerek başlamalı, ne diyorsun?
ÖZDİL: Aslına bakarsan burada ben insanları rencide etmemek için bunu böyle kullanıyorum.Yoksa ben Kürt kökenli, Laz kökenli kelimelerine de karşıyım. Burada insanlar etnik olarak kendilerini farklı hissetmeye başladılar. Herkes ötekileşti ondan. Yoksa bana sorarsan Türk kelimesi dışında bir kelimeye, ben karşıyım.
SOYOÐUL: Yani Kürt denilmesine de karşısın, Laz denmesini de istemiyorsun?
ÖZDİL: Evet, bunu da o insanları yok sayma manasında değil, çünkü ben yürekten 'Ne mutlu Türküm diyene' lafını felsefesine inanmış bir insanım. Bana göre İzmir'deki Musevi vatandaşımız da Türktür, Diyarbakır Belediye Başkanı da Türk'tür. Ama bunu söylediğimde o bunu kendisine hakaret olarak algıladığı için, bu terminolojiyi değiştirmek zorunda kalıyoruz ve bu bizim felaketimize yol açacak. Ne mutu Türküm diyene lafı her şeyi anlatıyor. Ama ırkçı gibi göstermeye çalışıyorlar; bence bunu yapanlar kötü niyetlidir.
Şeş TV'ye ben o yüzden karşı çıktım. Çünkü, çifte standart olmamalı. Eğer biz Kürt kökenli vatandaşlar için Şeş TV yapıyorsak, Arnavut kökenli vatandaşlar için de devlet, televizyon kursun o zaman. Lazca kanal da kursun o zaman devlet. Yani bu, devlet eliyle yapılmamalı.
SOYOÐUL: Nasıl yapılmalı?
ÖZDİL: Bu AB marifetiyle Türkiye'de yapıldı. Bence buna gerek yoktu, Türkiye devletinin izin vermesi lazımdı. TBMM'nin bu konuda esnek yasalar çıkarması lazımdı. Bence özel radyo, tv, gazete olmalı. Bunun devlet eliyle yapılmasına kesinlikle karşıyım. Bu mesela bir İngilizceyle kıyaslanamaz. Çünkü İngilizce evrensel bir dil. Yani, kendini 150 göbek Kürt hisseden vatandaşın bile İngilizce'ye ihtiyacı var. Bu bizim dışımızda gelişen bir şey, evrensel bir dil.
Bugün dünyanın 'empire'ı Rusya olsaydı, biz İngilizce değil Rusça öğrenmeye çalışırdık. Yani dünyaya entegre olabilmek için evrensel hakim dili kullanman lazım. İngilizce böyle bir şey. Ama Kürtçe, Lazca, şu bu, böyle değil. Bunlar bana göre özel televizyonlar, özel gazeteler, özel radyolar marifetiyle yapılmalı, yaşatılmalı, geliştirilmeli. Çünkü bu zannedildiği kadar şey de değil; bu aslında, aynı zamanda ticari de bir meta. Mesela yedi göbek kendini Türk hisseden biri, böyle bir şeye yatırım yapabilir. Çünkü bu para, yani dolayısıyla bu serbest piyasa ortamında da dengelenebilirdi. Ama sen bunu devlet eliyle yaptığın zaman, etki-tepki doğuruyor, benim anlatmaya çalıştığım da bu. Yoksa ben ne başbakanım, ne cumhurbaşkanıyım, ne de Milli Güvenlik Kurulu üyesiyim. Ben sadece burada bir durum tespiti yapıyorum ve bu yanlıştır diyorum.
SOYOÐUL: Kürt açılımını eleştirenlerle ilgili, benim de dikkatimi çeken bir örnek verildi. Bir köşe yazarı, 'Yunanlılar da bizim düşmanımızdı bir zamanlar. Ama Atatürk'ün onlara nasıl davrandığını tarih yazıyor. Yunanlılar'ı Türkler'e alkışlattı Atatürk' mealinde bir yazı yazdı. Ve yıllar sonra Atatürk'ün Yunanlılar tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildiğini de… Ne diyorsun bu örneğe?
ÖZDİL: Bunu söyleyen, bu örneği veren, bir numaralı Kürt düşmanıdır, bir numaralı ırkçıdır. Çünkü bu ülkenin kendini Kürt hisseden vatandaşları, bu ülkenin asli unsurudur. Bunu da bırak, benim arkadaşımdır, benim ailemin damadıdır, benim ailemin gelinidir. Bu ülkenin Kürt vatandaşlarını Yunanlı üzerinden örneklendiren adam, bir numaralı Kürt düşmanıdır.
SOYOÐUL: Peki… Bir zamanlar Yunan düşmanlığı pompalanıyordu, halkların birbirine düşman olmasını kendi çıkarları açısından isteyen güçler vardı. Kürt sorunundaki gibi bir benzerlik de kurulamaz mı yani?
ÖZDİL: Hiç kurulamaz. Hiç ilgisi yoktur. O zaman aynı örneği Türk kökenli terör örgütüne de vermeliler. Türkiye'deki bütün teröristler Kürt müdür? Hayır. O zaman sen neden bu örneği Kürt vatandaşlar üzerinden veriyorsun ki? Kürtler bu ülkenin asli vatandaşıdır. Ne azınlıktır, ne de dışarıdan gelmiştir. Bu ülkenin insanıdır. Bizim köklerimiz karışmış kardeşim. Annesi Türk, babası Kürt olan var, bilmeyen var Türk müdür Kürt müdür. Ben kendi payıma çok açık bir şekilde söylüyorum, sarayda büyümedik; en fazla birkaç nesil geriye gidebiliyoruz. Benim sülalemde Japon olmadığını biliyorum ama Çerkez mi var, Laz mı var Arnavut mu var, Arap mı var Kürt mü var bunu kim bilebilir? Ulus devlet dediğimiz kavramlar çok taze, bunu hiçbirimiz bilemeyiz. Bugün Yunan örneği veren adam, bir numaralı ırkçı ve Kürt düşmanıdır.
BU YIL KÖMÜR BOL, DEMEK Kİ SEÇİM ERKEN!
SOYOÐUL: Açılım konusunda, MHP ve CHP'nin tavrını nasıl buluyorsun? Hayalci mi, gerçekçi mi, sağduyulu mu? Ne?
ÖZDİL: Muhalefet partileri her zaman ister istemez daha gerçekçi oluyorlar. Bu onların doğru düşündüğünü göstermiyor, şu an bulundukları konumu gösteriyor. Yani bugün iktidarda CHP ya da MHP olsaydı AKP'den farklı mı davranırdı, bilmiyorum. Çünkü değiller, muhalefette olan partiler her zaman daha gerçekçi oluyor. Bugün bir kafadan şey yapalım, mesela iktidarda CHP-MHP koalisyonu olsaydı, AKP muhalefette olsaydı ve CHP-MHP 'Biz açılım yapıyoruz' deseydi, AKP dünyayı bunların başına yıkardı. Bugün bunların yaptığı karşı çıkışın bin mislini yapardı. Zaten aslına bakarsan daha önce Ermenistan, Kıbrıs konularında AKP'lilerin meclis çatısı altında yaptığı konuşmalarına bakarsan, bugünkü görüşleriyle taban tabana zıttır. Bizim millet karakolda başka söyler, mahkemede şaşar hikayesi, muhalefette başka, iktidarda başka konuşuyorlar, bu böyle.
Açılım meselesinin özüne bakarsan, açılım meselesini aslında iki kaynaktan takip edebilirsin. İktidar ya da muhalefet ya da yalaka gazetecilerin köşelerinden takip edemezsin. İki tane bunun adresi var; biri ABD, bir tanesi de PKK. Bugün eğer ABD'nin uygun birimlerinin raporlarını okursan ve Abdullah Öcalan'ın yaptığı açıklamaları yan yana koyarsan, bu açılımın bize dayatıldığını görürsün.
SOYOÐUL: Obama'nın programına yetiştirilmeye çalışılıyor deniyor mesela.
ÖZDİL: Şimdi mesela Başbakan diyor ki, 'Yılbaşından sonra çok geç' diyor. Niye geç? Bu problemi hemen yarın da çözelim, benim buna itirazım yok ama niye yılbaşı geç? Demek ki yılbaşı ile ilgili bi şey var. Burada baktığımızda, bu raporlara baktığımızda, bu bizim dışımızda gelişen, bize dayatılan bir şey. Bunun temelinde Amerika'nın Irak'tan çekilmesinden, Irak doğal kaynaklarının paylaşılmasından, Ermenistan açılımına bakarsan Kafkas enerji hatlarının İran'la ilişkilerine baktığında, bunları yan yana koyduğunda bizim bu işte tamamen figüran olduğumuzu çok net bir şekilde görüyoruz. O yüzden diyorum ya, bu iş yapılacaksa ya bildiğin gibi yaparsın, ya da PK ile masaya oturmak durumundasın; bunun başka yolu yok. Mesela kim ne derse desin, Abdullah Öcalan 'gelin' demeze bunlar gelmez. Abdullah Öcalan 'durun' demezse, bunlar durmaz, Abdullah Öcalan ne derse PKK onu yapar ve adamın açıklamalarını okuduğun zaman, kim ne zaman gelecek, hangi tarihte gelecek, kaç kişi gelecek, niye geliyor, bu grup geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti neler yapmalı, onlar ne yaparsa PKK ne yapar, bunların hepsini anlatıyor adam. Şimdi sen kendi toplumundan bunları gizlediğin zaman, o zaman toplumun kafasında farklı farklı senaryolar dolaşır. Sen bugün PKK'yı getiriyorsun, sınırda törenle karşılıyorsun, havai fişek atıyorsun, ben 'Abdullah Öcalan kardeşim bunları diyor' diye yazsam; beni terör suçundan içeri atarlar. Bu iş bize dayatılıyor.
SOYOÐUL: Peki bu dayatmanın sonu nereye gider?
ÖZDİL: Bu dayatmanın sonunun nereye gittiğini hem Amerikan raporlarında, hem de Öcalan'ın açıkladığı yol haritasında işin nereye gittiği yazıyor zaten.
SOYOÐUL: Ne yazıyor Yılmaz?
ÖZDİL: Bunu söylersem suç. Sen de yazamazsın. Yazıyor yani, bu gizli değil. Mesela Fırat Haber Ajansı, PKK'nın haber ajansı gibi çalışır. Galiba ona da sansür getirmişler ki, gazeteciler de okumasın. Bu işin nereye gittiği, neden olduğu ve nereye gidebileceği yazıyor.
SOYOÐUL: Erken seçim ya da baskın seçim görüyor musun?
ÖZDİL: Medyum değilim ben ama 2010 bütçesine özellikle sosyal yardımlar kalemine çok ciddi para, kaynak aktarıldı. Yani bu bile 2010'da bir erken seçim olabileceğinin işareti bana sorarsan. En azından hükümetin, şu anda böyle bir kararı olmasa bile, bu kararı uygulayabiliriz diye pozisyon aldığını görüyoruz. Yani kömür mömür herkes rahat olsun, bu sene bol yani. Bütçede her şeye traş, ama 'sosyal yardım' adı altındaki avantada ciddi artış var. Bu da bana göre, erken seçime bir yatırım.
SOYOÐUL: Kömür alıp, yine oy verecekler mi AKP'ye? 'Bidon kafalar' azalacak mı yoksa?
ÖZDİL: O konuda hiçbir fikrim yok, hiçbir öngörüm yok. Kişisel bir öngörüm var ama bunu söylemem doğru değil. Neticede bizim işimiz, bütün baskılara rağmen doğru bildiğimizi yazmak. Bunun dışında her koyun kendi bacağından asılır. Vatandaş ne karar verir, ne yapar onu bilemiyorum ama genel anlamda bakarsak; teorik olarak her iktidar yıpranır.
Ben bu rezalete dönüşen açılım işinin AKP'de çok ciddi kanama yapabileceğini düşünüyorum. Çünkü son yerel seçimdeki, yerel seçimde her zaman iktidar avantajlıdır, büyük şehirlerde bunun pek borusu ötmez ama küçük yerlerde, 'biz bunlara verelim ki, bizim köprüyü, kanalı yapsınlar' diye.
Ben mantıken şöyle düşünüyorum: Geçen seçimde AKP'ye oy vermeyenler yine vermez. AKP'ye oy vermiş olanlardan da vermeyenler olur. Yani geçen seçimde CHP'ye oy vermiş bir insanın, bu seçimde gidip AKP ya da MHP'ye vermesi düşünülemez.
Aynı şekilde MHP'ye oy vermiş insanların AKP'ye ya da CHP'ye oy vermesi düşünülemez. Ama AKP'ye oy vermiş insanlarda kopma olacağını, hem de önemli oranda olacağını düşünüyorum.
Her şeye rağmen bu seçimin yıldızı DTP olur, ben öyle düşünüyorum.
Yine geçen seçimlerde olduğu gibi bağımsız isimlerle gireceklerdir, geçen seçimlerde mecliste grup kurabilmek için 22-23 tane gösterdiler, gerektiği kadar oy alıp, gerekmediği yerlerde AKP'ye oy verdiler. Bu sefer ben DTP'nin aday sayısının artacağını, AKP'nin de havasını alacağını düşünüyorum. Yani kendi payıma bu seçimde DTP'nin bağımsız milletvekili sayısının 50'yi falan geçebileceğini düşünüyorum.
SOYOÐUL: O arada başka partilerin şansı nedir? Mesela Sarıgül'ün parti kurma hazırlığı var…
ÖZDİL: Onlar seçime doğru… bunlar çok hareketlenebilir, o olur, bu olur ama ben sadece bugün için söylüyorum. Kopmalar, bölünmeler, birleşmeler, seçime doğru netleşir. Neticede AKP, CHP, MHP ve DTP dışında herhangi bir faktör olabileceğini düşünmüyorum.
Saadet Partisi mutlaka geçen seçime göre daha güçlü olacaktır. Bu da AKP'nin önünde çok ciddi bir rakip. Yani, Saadet Partisi illa ki oyunu arttıracaktır. Bunlar neticede geniş tabanlı partiler. Mesela bilmiyorum, Saadet de ben bağımsız gireyim derse, tablo değişebilir.
O olur bu olur, ama meclis aritmetiği asla bugünkü gibi olmaz.
Şunu da unutmamak gerek. Burası Türkiye. Bana göre 22 Temmuz seçimi de bu şekilde bitmezdi. Sen son dakka zort diye internetten muhtıra falan yayınlarsan; yüzde 47 az bile, yüzde 67 de olabilirdi. Yani bu tür dinamiklerin Türkiye'de rollerinin ne olacağını kimse bilemez. Bana göre o muhtıra olmasaydı, AKP yüzde 47 alamazdı; çünkü Bülent Arınç da sanırım aynı şeyleri söyledi.
SOYOÐUL: Birçok örneği var, doğru. Mesela Apo'nun yakalanmasının DSP'ye iktidar yolunu açması gibi. Böyle son dakikalarla değişen son dakikalarımız var.
ÖZDİL: Tabii, insanların özgürce karar verebilmesini etkilememek lazım.
SOYOÐUL: Bu da tuhaf değil mi? Demokrasinin bizde henüz sağlıklı işlemediğini ya da demokrasi demeyeyim ona da, insanların içlerinde demokrasiyi daha hazmedemediğini göstermiyor mu bu son dakika tercihlerimiz?
ÖZDİL: Şimdi Türk insanının özelliği. Sınıf farkı olmayan ülkelerde, demokrasinin kökleşmesi imkansız. Mesela bugün sen gidip bir İsveç'te Norveç'te 'Türkiye'de işçiler sağ partiye oy veriyor' desen adam herhalde kıçıyla falan güler herhalde. Çünkü bu, sadece bizde olur. (kahkahalar) Öyle değil mi? Mesela Türkiye'de solcu imam var, sağcı işçi var. Bizim demokrasinin işi biraz zor tabii bu durumda…
SOYOÐUL: O yüzden tahmin yapmak da zor.
ÖZDİL: Mesela ben geçen seçimde 'işsizim, şahane' diyen adam gördüm televizyonda. (Kahkahalar) Mutluymuş yani. Dolayısıyla bilemiyoruz tabii şu anda. Sağcı sendika var ya! Sağcı sendika olur mu yani?(Kahkahalar)
SOYOÐUL: Bu durum tespitlerin müthiş! Bunu düşünmemiştim işte mesela… Sağcı sendika, eşyanın tabiatına aykırı…
ÖZDİL: Enternasyonal söyleyen sağcı sendika, bir tek bizde vardır! İnanılmaz bir şey ama öyle. Her şeye rağmen neticede bu ülkenin insanıyız, bu ülkeye dair umutlarımız var. Biz birbirimizi severiz de.
SOYOÐUL: Üzerinde bu kadar oyun oynanan bir ülke olmamıza rağmen, bizi ayakta tutan belki de bu; ne dersin?
ÖZDİL: Geçen gün okudum, Somalili korsanlar bizim gemiyi kaçırdılar falan, bir tane korsan bizim kaptanı aramış, 'Türkiye'ye vardınız mı, sağ salim diye!!!' Dedim ki arkadaşlara, 'bunu haber yapalım, kesin o korsan Türktür! Çünkü dünyada böyle bir şey olamaz yani. 'O Somalili değildir, Türktür' diye haber yapalım dedim, ama sonra vazgeçtik, yanlış anlaşılmasın diye. (gülüşmeler)
Bir ay kafada bekliyor kaleşnikofla, öldürücem diyor, kulağını kesiyor falan, sonra 'evine vardın mı sağ salim' diye arıyor. Bu kesin Türktür yani!
SOYOÐUL: Ben senin espri tarzını, biraz da Cem Yılmaz'a benzetiyorum. O da durumu ortaya koyar, salaklıklarımızı/solaklıklarımızı… Sever misin Cem Yılmaz'ı?
ÖZDİL: Çok severim. Ama beni Cem Yılmaz'a benzetmek, Cem Yılmaz'a haksızlık olur.
SOYOÐUL: Bazen siyaset dışı yazıyorsun ya… Durup durup gülüyorum. Keşke siyasi yazılardan çok bu tür, işte Somalili ya da sağcı sendika örneğindeki gibi yazıları daha çok yazabilsen… Ne dersin?
ÖZDİL: Ben aslında siyaset yazmak isteyen biri değilim ama gazetede işgal ettiğimiz yer itibariyle popüler yazılar yazmak durumundayız. Popüler neyse, onu yazıyorsun. Yoksa ben de istemiyorum siyaset yazmayı.
BİTİRİRKEN:
Diva'dan ayrıldıktan sonraki işsizlik günlerimde, haberli/habersiz pek çok insanın bana iş bulmak için (çoğu kez bana sormadan) devreye girdiği dönemde, bir arkadaşım da Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde ders vermem için harekete geçtiğini söyledi.
İznimi istedi.
Eğitimim öğretmenlik, mesleğim gazetecilik. Para kazanmayacaktım ama müthiş bir manevi doyum olacaktı benim için. Sevinerek/heyecanlanarak 'olur' dedim.
Arkadaşımın aracı kıldığı gazeteci öğretim üyesi arkadaş, benden cv istedi. Gönderdim. Bir süre bekledim. Bir gün aradı, başvuru için geç kalındığını, artık önümüzdeki ders yılına bakacağını söyledi. Belki doğruydu da. İzmirli gazeteci öğretim üyesi arkadaş, eğer istersem onun bir dersine 'konuk sanatçı' olarak katılabileceğimi önererek telefonu kapattı.
Niye yazıyorum kişisel tarihimdeki bu trajikomik notu?
O günlerde Yılmaz Özdil ile konuşurken onunla; beni çok heyecanlandıran/sevindiren 'gazetecilik dersi vermem önerisi'ni paylaşmıştım. Aynen şöyle demişti:
'Gönül Abla, eğer olursa bugüne kadar hiç kimsenin davetini kabul etmedim ama senin için, senin dersine konuk olarak katılırım.'
Yılmaz bilmez ama o gün, o telefonu kapattıktan sonra, ağlamıştım…
Ben ders verseydim, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu Yılmaz Özdil de o derse konuk olarak katılsaydı, ne olurdu?
Ege Üniversitesi, o gün yıkılırdı!
Neyse ki, gazeteci öğretim üyesi arkadaşın, 'yerinde müdahalesi' ile E.Ü. yıkılmaktan kurtuldu.
Her işte bir hayır vardır deyip geçtim.
Yılmaz Özdil, 'Kürt açılımı' ile ilgili röportajımın yayına girdiği gün, İzmir'deydi.
Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan'ın bitirdiği İzmir'in ilk konservatuarı Müjdat Gezen Sanat Merkezi ile Eşrefpaşa Kız Yurdu'nun açılışı için, Deniz Baykal ve Uğur Dündar'la birlikte gelmişti.
Röportajda, 'Hiçbir panele/ödül törenine/konuşmaya katılmadığını' söylediği gün, açılışta olmasını 'çelişki' gibi görüp derhal bana ulaşanlar oldu.
Çok güzel bir söz vardır; 'Dostlarına anlatma. Düşmanlarınsa anlamaz…'
Ama bir de 'arafta' kalanlar var ya…
Gerçi Yılmaz Özdil, İzmir'e o açılışa 'zihniyet hemşehrisi' olarak nitelendirdiği Müjdat Gezen için geldiğini, çok duygulu biçimde köşesinde yazdı. Kaldı ki o açılışta Deniz Baykal'ın, Hakan Tartan'ın ısrarlarına rağmen kürsüye çıkıp konuşmadı; 'İzmirli bir vatandaş' olarak orada bulunduğunu da söyledi.
(Törene katılanlardan dinledim) Plaketini de hiç tanımadığı, açılıştaki bir teyzeye verdi.
Bu not, 'röportajda çelişki var' diye beni uyaran 'arafta'kilere…
'Kürt açılımı' ile ilgili olarak da eklemek istediğim şu:
İstanbul'a Yılmaz'ın bu konudaki yazılarına karşılık 'kontra sorular' sorayım diye gitmiştim. Ne sorduğum da ortada, ne yanıt verdiği de.
Ortada kontra montra kalmadı.
Çünkü konuşmak, her şeyin ilacı, tedavisi.
Kızgınlıkların da kırgınlıkların da yanlış anlamaların da soru işaretlerinin de sonu.
Hepimiz, siyasetçimiz/gazetecimiz/aydınımız keşke hep bunu yapabilsek, imkan bulabilsek, fırsat yaratabilsek.
Her konuda, her çelişkiye düştüğümüzde.
Kendim ve sizin adınıza bunu yapmaya çalıştım. Çalışıyorum, çalışacağım da.
Aldığım ilk tepkiler, ilk izlenimler iyi yolda olduğumu gösteriyor ki;
Bunlar da benim ödülümdür…