12 Eylül darbesinden üç yıl sonra, 1983’’te Turgut Özal Anavatan Partisi’’nin (ANAP) kuruluş çalışmaları için ilk gezilerinden birini Diyarbakır’’a yapmıştı.’¶ (THA) Türk Haberler Ajansı’’nın Ankara muhabiri olarak kendisini izliyorduk. Özal’’ı Diyarbakır Havaalanı’’nda Cevdet Karakurt ve köyünden gelen 15-20 kişilik akraba grubu karşılamıştı. Karakurt, daha sonra ANAP’’tan Diyarbakır Milletvekili seçildi. Şehirde, rahmetli Özal’’a fazla ilgi yoktu. Diyarbakır 12 Eylül darbesiyle savaşta yenik düşmüş, yaralı bir kent görünümündeydi. 18 yaş ve üstü gençlerin çoğu ya şehri terk etmiş ya da cezaevlerine konulmuştu.
İhbarcılık rant kaynağı haline gelmişti.
Herhangi bir aileyi toptan cezaevine attırmak, içerde işkence yaptırmak için, iyi kurgulanmış imzasız da olsa bir mektup yeterliydi.
Öğrenci öğretmenini, ev sahibi kiracısını, baba gelinini ihbar ediyordu.
Cezaevlerinde ve kentin kapalı spor salonlarında yer kalmayınca dönemin 7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Kaya Yazgan Paşa, TRT’’ye çıkıp şu açıklamayı yapmak zorunda kaldı.
’“Bölgeden komutanlığımıza ulaşan 100 bin dolayında ihbar var. Lütfen silah bulundurduğundan ve yasadışı suçlara bulaştığına emin olduğunuz kişileri bize ihbar edin.Yalan ve yanlış ihbarda bulunanlar hakkında da soruşturma açılacaktır.’”
Kent sosyolojik ve psikolojik bir depremin enkazı altında inliyordu.
Kürtlerin birbirilerine karşı çok ama çok acımasız olduklarına, 12 Eylül döneminde de tanık olmuştuk. Üniversitelerde tez konusu olması gereken olayları haber olarak yazıyorduk.
Örneğin, Diyarbakır Kız Sağlık Koleji’’nin tuvaletine öğrencilerin yazdığı, müdürün de ihbar ettiği ’“kahrolsun cunta’” yazsısından dolayı 25 öğretmenin 45 gün işkence gördüklerinin hikayesini yazmıştım, dönemin gazeteleri ise olayla hiç ilgilenmemişlerdi.
12 Eylül ihbarcılarını, darbe fırsatçılarını, terör rantçılarını vicdanlarıyla baş başa bırakarak Rahmetli Özal’’ın Diyarbakır gezisine dönelim.
Özal, havaalanından Bağlar semtine girdi. Sokaklar sakin, halk siyasete ilgisizdi. Fatih Caddesi’’ne girdik. Fatih Camisi’’nden çıkan cemaati gören Özal, aracını durdurup vatandaşlara gitti. Birer birer ellerini sıkıp kendisini tanıttı. Çok geçmeden Fatih Caddesi çocuk seline dönüştü.
Ankara grubu şaşkınlık içindeydi.
Semra Özal hanımefendi çocuklar tarafından kuşatılmıştı.
Yırtık-pırtık giysiler içinde, yalınayak binlerce çocuk, ANAP liderini şok etmişti.
Heyet, turistik otele yerleştikten sonra Cevdet Karakurt beni Özal’’ın odasına götürdü. Uzunca bir söyleşi yaptık. Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yer alan o söyleşide Özal şunları söylüyordu:
’“Eğer biz o çocukları bugünden eğitemezsek, iş alanlarına yönlendiremezsek 15-20 yıl sonra ya serseri olacaklar ya da sisteme başkaldıracaklar. 20 yıl sonrasını kurtarmak istiyorsak elimizi bugünden çabuk tutmalıyız. Güneydoğu illerinde tarımsal üretime dayalı sanayinin altyapısı için sulama, enerji amaçlı projeleri hayata geçirmeliyiz.’”
Semra Özal hanımefendi söze karışıp, ’“Nüfus planlaması şart’” deyince Özal müdahale etti, ’“Onun için de önce eğitim, önce yaşam kalitesinin arttırılması gerekiyor’” yanıtını verdi.
Siyasetin bir öngörü sanatı olduğunu düşünüyorum.
Aradan 26 yıl geçti.
Bağlar Fatih Caddesi’’nin çıkmaz sokaklarındaki çocukların sayısı daha da arttı.
Ne zaman polise taş atan, ateş yakan çocukları izlesem, rahmetle saygıyla andığım, hayranı olduğum Özal’’ı düşünürüm.
Büyük lider, değişim ustası bugünleri çok önceden haber vermişti. Ama ömrü yetmedi işte..