Nereden nereye!

Kendimizden çok emindik. Devrim yapacak, ülkemizi kurtaracaktık. Sadece, ’“devrim şehirde mi başlamalıydı, yoksa kırlarda mı!..’” meselesine takılıp kalmıştık. Az kalmıştı, onu da çözecektik!.. 12 Eylül’’de ordu darbe yapmasaydı...
Eylemlerde çocuklar gibi şendik. Evde baba otoritesinin altında inim inim inler ve de gece sokağa çıkmak için izin isterken, eylemlerde devlete kafa tutuyorduk. Devletin polisiyle çatışıyorduk. İşçi sınıfı öncülüğünde devrim yapacak, memleketi yönetecektik...
Halk bizi istemedi. Halk, devrimcilerin kurtarıcılığından hoşnut kalmadı. Hele sosyalizmi hiç sevmedi. Görüldüğümüz her yerde ihbar edildik.
Buna karşın, halk darbecileri alkışladı. Onlara ’“kurtarıcı’” diye sarıldı.
’“Kendi çocuklarından nefret eden toplum. Çocuklarını öldüren devlet.’” Bu travmayı yaşarken, bir yabancı gibi, hayatın kıyısından izledik olanı biteni.
Şimdi ise, aynı halk, darbecilerden ’‘hesap sorduğunu’’ iddia edenleri iktidara getirdi. Devrimci jargonuyla; ’“bu ne yaman çelişki!’” diyesi geliyor insanın.
Her ne ise, ben, 80’’li yıllara döneyim. 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesini izleyen yıllarda, Türkiye’’nin yeni ufuklara yelken açtığına tanık olduk. Bu ufuklar, T. Özal’’ın ’“transformasyon’” ve ’“çağ atlama’” kavramlarıyla tanımlamaya çalıştığı değişim olarak ülke gündemine yerleşti. Ülke vasatların yönetimine geçiyordu.
Aslında değişim dedikleri, Kapitalist sistemin Türkiye’’ye biçtiği yeni role göre ülkeyi dizayn etme fikri üzerine inşa edilmiş bir programdı.
Bu dönemde bütün değerlerin paraya tekabül ettiğini gördük. ’“Değerli’”nin yerini, ’“önemli’”nin aldığını gördük. Cumhuriyet devrimlerinin nasıl sulandırıldığını gördük. Cumhuriyet Aydınlanmasına inanmış kadroların devletten tasfiye edildiğini gördük. Devletin cemaatlere kucak açtığını gördük. Cumhuriyet devrimine ihaneti gördük.
Ülke yükseldiği yerden geri itiliyordu ve kimse bir şey yapamıyordu.
2000’’li yıllara geldiğimizde, 24 Ocak karalarıyla başlatılan sürecin yeni bir aşamaya geçtiğine tanık olduk. Ilımlı islam projesine göre dizayn edilmiş, din normlarına dayalı devlet ve kamusal düzen öngörüldüğünü, iktidar partisinin icraatlarından anladık.
Yine 2000’’li yıllarda, sosyalistlerin, ’‘askeri vesayet’’ kalkacak ve ’‘ceberut devlet’’ yıkılacak umuduyla, ’“İslam Cumhuriyet’”i kurmak isteyenlere destek vermelerini içimiz acıyarak izledik.
Şimdi ülke tek adam iktidarına doğru sürüklenmekte. Rüzgar ekenler fırtına biçiyor. 1923’’ün rövanşını almaya gelenler ile sosyalistler ve liberaller kucak kucağa’… Bütün dertleri, cemaatlere daha fazla özgürlük, kamuda daha çok din, Kürtlere otonomi’…
Gerçek şu ki, darbecilerden hesap falan sorulduğu yok. Ama, Cumhuriyet’’i kuran irade ile hesaplaştıkları, Cumhuriyet ve Aydınlanma fikrini yargıladıkları çok açık.
Bir de utanmadan, bu olan biteni, demokrasi ve insan hakları diye yutturmaya çalışıyorlar.
Çok değil, üç ay sonra toplumca bir karar vereceğiz. Üç parça olmuş ülkemiz için bir karar vereceğiz. Ayrışmak mı, birleşmek mi?
Bu seçimler, birlikte yaşama talebini ve iradesini sandığa yansıtabileceğimiz son seçimler olabilir. Yurtseverler ayağa kalkın!