Nerede o eski bayramlar değil, nerede o eski aşklar?

Farkında mısınız?

'Aşk...' sözcüğü giderek 'ulvi' anlamını 'kutsal' ruhunu kaybediyor...

Günümüz gençliğinin diline yapan bir 'seslenme' biçimi de 'Aşkım, aşkım...'

Yavan... Tatsız... Yapmacık...

Her bayramda, belli bir yaşın üstündekilerin, 'Nerede o eski bayramlar?' diye yakınmalarını da haklı bulmak çok geçerli değil...

Bence, 'Bayram' her yaşta çok güzel...

Ama 'aşk' her daim çok özel, çok güzel...

Belki de, 'Nerede o eski aşklar?' diyenlere 'haklılık madalyası' takmak gerek, özellikle...

Mesela, oldum olası takılmışımdır, 'Seni büyük bir aşkla seviyorum' ifadesine... Bu yemini eden adama sevgilisi sormalı: 'Aşkın, büyüğü, küçüğü, ortancası olur mu?'

Can Yücel ne güzel döktürmüş:

'Kimileri (Seviyorum) der; çünkü ezberlemiştir... Kimileri diyemez, çünkü gerçekten sevmiştir...'

Yine mesela, bayılırım Mevlana'nın aşkı tarifine:

'Ben bir balığım, aşk ise daldığım derya... Başımı o denizden çıkarayım desem, balığım ya; nefesim kesilir...'

Ancak...

'Nerede o eski aşklar?' dendi mi, en çok Nazım Hikmet etkiler beni:

'Kelebek misalidir aşk; anlamayana ömrü günlük, anlayana bir ömürlük...'

Günümüz yazarlarından Ezgin Kılıç var... Kadın duygularını en iyi anlatan kalemlerden biri... 'Senden Sonra' kitabında aşık olmanın 'dayanılmaz hafifliği'ni şöyle anlatıyor:

'Çok sevdim seni... Nasıl cesaret ettim bilmiyorum, ama çok sevdim... Ve ben öyle sevdim ki seni, aklın alabilirdi ama yüreğin almadı... İşte ben, öyle sevdim seni...'

William Shakespeare'in ölümsüz eseri 'Romeo ve Juliet'te öyle bir aşk repliği var ki, nefesleri kesiyor:

'Ölüm mü aşık oldu sana? İnananıyım mı onun bu karanlıkta sevgilisi olasın diye seni sakladığını?'

Ya çaresiz bir aşkın içine düşerseniz? Halit Ziya Uşaklıgil, neredeyse bir asır önce yazdığı ve bir yasak aşkı anlattığı 'Aşk-ı Memnu'da Bihter'i şöyle konuşturuyor:

'Mücadele ediyorum olmuyor... Bazen gözlerimin önüne getiremiyorum yüzünü paniğe kapılıyorum o zaman... Sonra birdenbire canlanıyorsun kafamda... Kalbim çarpıyor... O anda yanında olmayı çok istiyorum...'

Nasıl, yüreğiniz hafifledi mi, az biraz?

O halde bu güzel Bayram gününde içinde, pek az kişinin bildiği 'Hüzünlü Bir Aşk Hikayesi'nin saklı olduğu lezzetli bir yemeğin sırrını özetleyerek veda edelim...

150 yıl önce Osmanlı büyük bir 'aşk hikayesi' ile çalkalanmıştı... Dönemin padişahı Abdülaziz'di... Fransa Kralı Üçüncü Napolyon, 32'nci Osmanlı Padişahını bir sergi açılışı için Paris'e davet etti... Böylece Abdülaziz, sefer dışında sırf ziyaret için ülke dışına çıkan ilk ve son Osmanlı Imparatoru olarak tarihe geçti... Aynı zamanda tarihe geçen büyük bir aşkın kahramanı oldu...

Çünkü Fransa Kralı'nın eşi Kraliçe Eugenie, Padişah Abdülaziz'e sırısılsıklam tutulmuştu... Abdülaziz çok gösterişli bir erkek, Eugenie de çok güzel ve çekici bir kadındı... Aşklarını kalplerine gömdüler... Üstelik tam iki yıl...

Sultan Abdülaziz, o porselen yüzlü, ceylan bakışlı Kraliçe'yi unutamadı... Eugenie de o heybetli Osmanlı padişahını... O tarihte Süveyş Kanalı'nın açılış töreni vardı... Giderken İstanbul'a uğradı Fransa Kraliçesi... Sultan Abdülaziz, güzel misafirini Beylerbeyi Sarayı'nda ağırladı... Tarih der ki, Eugenie ve Sultan Abdülaziz o geceyi birlikte geçirdiler, muratlarına erdiler...

Yemekler, ikramlar birbirini izledi... Abdülaziz kalbini kaptırdığı kraliçeye eşi-benzeri olmayan bir yemek sunmak için sarayın mutfağını harekete geçirdi... Hazırlanan yemeklerin hepsini bizzat tattı... Sonunda baharatlı patlıcanın püre haline getirilip, etle süslenen halini çok beğendi, sevdiği kadına bu mönüyü sundu... O yemeğin adı, o gün bugündür hep 'Hünkar Beğendi' olarak anılıyor...

Ve bu nedenledir ki, içinde 'Hüzünlü Bir Aşk Hikayesi' saklıyor...

Görüyor musunuz? Aşk neler yaptırıyor?

Sonsöz: 'Neden aklımızdakiler yanımızda değil diye sormaya başladınız mı; eyvah, eyvah... Aşk'la dolu iyi bayramlar herkese...'