2014 yılında, üniversiteden mezun olduğum hafta çeşitli lokal gazetelere, dergilere, kitapçılara ve müzik marketlere özgeçmişimi bırakmıştım. İlgilendiğim alanların içinde çalışma fikri rahatlatıcı geliyordu bana ve kararlıydım, ayrılmayacaktım İzmir'den. Seviyordum bu şehri. Özgeçmişimi bıraktıktan kısa süre sonra bir kitap ve müzik firması beni arayıp görüşmek istediklerini söyledi. Firmanın yeri de çok güzeldi. Görüşmeye gittim ve istersem hemen başlayabileceğimi söyleyen hanımefendi sözlerine şöyle devam etti:
'Yalnız burada çalışmak zordur', dedi, neden diye sordum. Kitapçıda çalışmanın nesi zor olabilir ki? 'Biz', dedi, 'çalışanlarımızı oturtmuyoruz.'. Yine, neden diye sordum, 'yönetim oturmalarını istemiyor', dedi ve devam etti: 'Bir de haftada bir gün izin yapacaksın o da hafta içi olacak. Gençler buraya bir heves başvuruyorlar sonra zor geliyor çalışmak ve çıkıyorlar.', dedi. 'Kabul ediyorsan'. Çalışmanın zor gelmediğini ama haksızlığın, işkencenin, insani değerlerden yoksun olmanın zor geldiğini anlayamayan kimselerdi belli ki.
Canım ülkem gibi sizin firma da bu ülkenin gençlerini ve çalışanlarını huzurla oturtmamaya kararlı diye geçirdim içimden. Alacağım maaşın yarısı zaten ev kirasına gidecekti. Çalışsam bile ailemden destek almaya devam etmek zorunda kalacaktım. Gerçi şimdi ne değişti? Tam 10 sene geçmiş üzerinden. Hatta şimdi, bir asgari ücretle eve bile çıkamazsınız. Eve çıksanız geçinemezsiniz. Hanımefendinin suratına karşı değil fakat içimden sinirlendiğimi hatırlıyorum. Haftada 6 gün ve günde 10 saat çalışarak kendime nasıl zaman ayırabileceğimi düşündüm. Teklif edilen para miktarı zaten yeterli değildi. Gerçi konu tam anlamıyla para da değildi, zamanın kendisiydi. Bunun hem çalışanlara hem de insani şartlara uygun olmadığını düşündüm. İstihdamı artırıp çalışma saatleri kısılamaz mıydı? Doğru olan bu değil miydi? Devlet, bu yaşam biçimini kendi vatandaşına uygun görenlere cevap verip, yaptırım uygulayamaz mıydı? İnsani yaşamın bir standardı olamaz mıydı?
—
Özel üniversitelerin birinde akademisyenlik yapan bir tanıdığım artık 40 yaşına dayandığını ve halen ailesiyle yaşadığını söyleyerek probleme nokta atışı attı aslında. Aldığı para ev kirasına yetmiyor. Bunun gibi onlarca örnek. Özel yaşam kalmadı. Özel yaşam isteyen de yok gerçi. İç içe, dip dibe yaşamaya devam edecek gibi gözüküyor benim güzel halkım. Bunun gibi milyon örnek var. Kira fiyatları, gıda fiyatları… Asgari ücret 17 Bin 2 Türk lirası. Ayda 240 saat çalışıyor çoğu insan. Saatlik ücret 70 Türk lirası'na geliyor. 70 TÜRK LİRASI. Bazı damacana sular 85 Türk lirası. Yani saatlik ücretle su bile alamıyorsun evine. Gerisini siz düşünün. Lokantada sade pilav 60-70 Türk lirası. Gerisini siz düşünün. Yok yok veya düşünmeyelim en iyisi. Çalışmaya devam edelim biz.
—
Senede yalnızca bir hafta izin hakkı veren başka bir firmayla görüşmüştüm. BİR HAFTA, SENEDE BİR HAFTA. Bu bir haftayı da istediğin vakit alamıyorsun. Ona da kendileri karar veriyor beyefendiler, hanımefendiler. Yine haftanın 6 günü ve günde 10 saat çalışmayı teklif ediyorlar. Hafta içi izin kullanıyorsun. Çalışanlarla konuştuğumda 'bunaltıcı', demişlerdi, 'sevdiklerimizle vakit geçiremiyoruz.'. Babalık izni 3 gün. Yeni doğmuş bebeğiyle rahatça vakit geçirmek kim istemez? Çalışanlar bu problemden bahis açmış fakat hepsi işten çıkarılmış. Zaten ucu ucuna geçinebiliyor insanlar. E arkanda seni savunan kimse de yok.
Bir arkadaşım devletten çok şey beklediğimi söylemişti. Yahu kendi gencinin, kendi vatandaşının hakkını arayan, hakkını veren, rahatını sağlayan bir devlet hayal etmek çok şey mi beklemek oluyor? Anlamıyorum. Belki de bizden çok şey bekliyorum ben.
İlber Ortaylı bir yayında zamanın insan hayatındaki en değerli şey olduğunu söylemişti. Biz bunun farkına ne zaman varacağız? Zamanı keyifle ve denge içinde geçirmenin tadına vardı mı benim güzel insanım merak ediyorum. ZAMANIMIZI VERİN BİZE.
—
Hayatımın bir kısmında güzel ülke Avusturya'nın başkenti Viyana'da yaşadım. Viyana'ya yerleştiğim hafta bir festivalde 3 haftalık iş buldum. 3 hafta boyunca günde 4 saat çalışacaktım. Sonucunda da 1000 Euro vereceklerdi. Hayatımda kazandığım paranın bu kadar değerli olduğu başka bir yer görmedim ben. Ne kadar bereketliydi, ne kadar işe yaramıştı o 1000 Euro. Ha şimdi bunu Türk lirası'na çevirenler olacaktır. Bu meseleyi birim olarak anlamaları gerektiğini öğretemedik çoğu insana. Neyse.
Kazandığım 1000 Euro'nun 50 Euro'su ile geçiş dönemlerini kolaylıkla atlatabileceğim bir mont aldım. 2 sene oldu, halen giyerim. 85 Euro'su ile tüm kışı geçirebileceğim başka bir mont aldım. Benim canım ülkem Türkiye'de binlerce lira değerinde bir mont. 150 Euro'ya da halen giydiğim sağlam bir kışlık bot aldım. Sapasağlam duruyor. Ne yağmur ne çamur dinler. Tanesi 10-15 Euro olan iki tane de t-shirt aldım. Şuncacık parayla senelerce kullanabileceğim ürünler almıştım. Hem de temel, kışlık ihtiyaçlar. Neyse. Kaldı 685 Euro. En güzel kafeler, barlar, restoranlar, Almanca kitapları. Bitmedi o para. Yurda bile çıksam, tam 2 aylık barınma ihtiyacımı karşılıyordum bu paranın kalanıyla. 3 hafta günde 4 saat çalışarak. Zamanım da bana kalmıştı. Bir de İşçi Kurumu hep arkanda, bunu da anlatayım.
Bir tanıdığım garsonluk yapmak için bir restorana başvuruyor. Belgeler hazırlanıp İşçi Kurumu'na gönderiliyor. Kısa süre sonra restorana bir mektup geliyor kurumdan. Çalıştırmak istedikleri kişinin Yüksek Lisans öğrencisi olduğunu ve verdikleri para miktarının 180 Euro az olduğunu, bu kişiyi ancak ve ancak 180 Euro daha fazla verirlerse çalıştırabileceklerini belirtiyorlar. Ayrıca çalışma saatlerinin de uzun olduğu yazılıyor bu mektupta. Hazır olun, senede de 1 ay izin hakkı var buradaki insanların. Çift maaş da yanında ve bunlar denetleniyor. Bizdeki gibi gözü dönmüş patronların, insanı kemiren sistemin ellerine bırakmıyorlar güzel insanlarını. Bunun gibi bir sürü insani örnek.
Peki benim ülke insanımın Avusturyalı'dan farkı ne biliyor musunuz? Size cevabını vereyim, FARK BİZİZ. Ne hükümet, ne muhalefet, ne patronlar, ne sistem ne de devlet. Biz insanca bir yaşamı bilmiyoruz bile. Kendimizi parçalamayı, acı çekmeyi, bu hayatı güzelce deneyimlemeden ölüp gitmeyi doğru görmüşüz biz. Yarı zamanlı çalışıp hem barınma hem de yeme ihtiyaçlarını gideriyor insanlar dışarıda. Geziyorlar, görüyorlar. 'Biz artık ölünce dinleneceğiz' demişti Türkiye'de üst düzey çalışan bir tanıdığım. Yahu ne oluyor? Ne yapıyorsunuz siz? Farkında mısınız? Kendini neye adadın sen? Zamanın kıymetli olduğunun farkında mısın?
—
Geçen günlerde ortaokula giden bir genç gördüm. Almanca kitabı bakıyordu. Benim de A2 derecesinde Almancam olduğunu söyledim ve iki giriş seviyesi kitap önerdim. Çocuk lise çağında kaçmak istiyor biliyor musunuz? Artık YETER, dedi bana ortaokul çağındaki çocuk. YETER. Biz bu ülkenin gençlerini artık ortaokul, lise çağında kaybetmeye başladık. Bu yıllarda bıktırdık güzel insanımızı. Ciddi ciddi kaçmak istiyorlar. Gidip, gezip, Batı kültürünü, sanatını, akademisini almak değil amaçları, KAÇMAK. Benim kendi çocuğum evden kaçarak gitmek istese kahrımdan ölürüm herhalde ne yaptım ben diye. Çalışanı kaçmak istiyor, okuyanı kaçmak istiyor. Bu halden memnun musunuz gerçekten? Kendi çocuklarınızı kaçırmayı doğru buluyor musunuz? İçiniz rahat mı? Siz bu ülkeyi, bu ülkenin gencini, bu ülkenin işçisini, bu ülkenin geleceğini sevmiyor musunuz? Gerçi genci de işçisi de kaçmak istemekte haklı. Ne de olsa biz, ne gencimizi ne de çalışanımızı oturtmuyor, haftada 6 gün, günde 10 saat çalıştırıyoruz. Senede 1 şanslıysan 2 hafta izin veriyoruz. Ne gezmeye, ne görmeye, ne okumaya, ne sohbete, ne film izlemeye vaktimiz yok. Bunları yapmaya paramız da yok gerçi ama olsun. Biz bu hayatı kendimize hak görüyoruz. Diyorum ya onlarla aramızdaki FARK BİZİZ, BİZ.