Uygarlığın Aydınlanma çağında, demir-çelik endüstrisi ve onu izleyen otomotiv endüstrisi, kentte modernleşmeye yön verdi.
Aydınlanma, Rönesans, Reform hareketlerine yüklenen anlam, modernitenin metalik boyutundan azade olamaz. O boyut sayesinde gündelik hayatta konfor ve kolaylıklar artarken kapitalizme bereket geldi.
Çağdaş kent kültürünün inşasında bir otomobilin etki gücü doğru okunmadıkça, sosyolojik çözümlemeler yetersiz kalacaktır.
Evet, ilk bakışta tuhaf bir değerlendirme gibi görünüyor. Ancak, şehirleri mobil metal yığınlarına teslim eden uygarlığın ahvaline bakınca, böyle bir kanaate varmak pekala mümkündür.
Sistem, sunduğu kolaylıklar ve konfor sayesinde toplumları kendine bağlıyor. Hayatımızı kuşatan kolaylıkları ve konforu mümkün kılan ise teknolojidir. Ülkeler teknoloji ürettikleri ölçüde ilerlemiş sayılıyor.
Sadede gelelim, şehir/insan ilişkisi, gündelik hayatın araç trafiğinde kimlik kazanıyor; normlar sanki sırf o metal yığınları hayatın vazgeçilmezi olsun diye var.
Arabaya binip bir yerden bir yere gitmek, toplumun kahir çoğunluğunun indinde hayatın anlamı olmuşsa, o anlamı kalıcı kılmak için ömür boyu borçlu ve itaatkar yaşamayı göze almışsa ve bu durum sosyal statü alameti olmuşsa; o yürüyen demir yığınına sadece araba demek mümkün değildir.
Yolda veya kaldırımda yürüyen herkese meydan okuyan metal yığını, sahibinin sesidir… Arabasının markası ve modeli kadar modern, çağdaş, gelişmiş sahip...
Öyle bir sahiplik ki bindiği araba, oturduğu ev kendisine statü sağlıyor.
Tüketim toplumunun modern bireyi, sistemde teknolojinin getirdiği kolaylıklar ve konforla kendini iyi hissediyor. Ve vazgeçmeye hiç niyeti yok.
Bunun anlamı; insan, hayata verdiği zarardan vazgeçecek erginlikte değil.
Nihayetinde, insan öyle aman aman akıllı yaratık değil. Arabalarına şehir inşa ediyor; Daha ne yapsın, budala olduğunu göstermek için!